Tarihin Tekerrüründen Tekerrürün Tarihine

15 Eylül 2021

 

Hayal meyal hatırladığımız bir sahneyi yaşadığımızda, ya levh-i mahfûzdan ilahi bir mesaj bahşedildiğini düşünür kendimizi kutsarız ya da “deja vu” der tebessüm eder geçeriz. Hafıza, halet-i ruhiyemizde bir şeyleri hatırlar ve belki de gelecekle geçmiş arasındaki kökenlerini arar. Peki, bugünden geçmişi hatırlamak nedir? Tarih mi?

Platon, “sahip olduğumuz bilgileri unutmasaydık hep onları bilerek doğmakla kalmaz yaşadığımız sürece de onları biliyor olurduk, çünkü bilmek bir konu hakkında kazanılmış bilgileri muhafaza edip yitirmemektir” der. Nietzsche de en küçüğünden en büyüğüne insanı mutlu kılan şeyin unutmak olduğunu söyler. Öyleyse insanlık tarihinin bilgi birikimlerinden kaynaklanan “toplumsal hafızası” sonraki nesillere genetik olarak aktarılsa da bunun bir kısmının unutulduğu gerçeğini kabul etmek gerekiyor. Bu şekliyle bireysel olarak unutmak insan için bir lütuf olsa da toplumsal açıdan bir zül şeklinde yorumlanabilir. Tarih geçmişi anlama sanatı mı? Yoksa unuttuklarımızı hatırlama mı?

İnsanlık bir ardıllar silsilesidir. İlk insandan bu yana her insan, topluluk veya halk, bir önceki nesilden aldıkları miras ile kendine bir yaşam oluşturur. İnsanlığın sahip olduğu bilgi, gerek başlangıcı itibariyle gerekse de dönemsel kırılmalar sürecinde genel olarak dinsel temellere dayanır. İster putperest ve pagan, ister gök tanrı ve felsefi yaklaşımlar, isterse de Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün ilahi dinler olsun, insanoğlu bilgiyi hep kendisi için kutsal bir Yaradan’dan aldı. Bu durumda bilgiyi iki kaynağa dayandırabiliriz. Birincisi Yaradan tarafından insanlara bahşedilen “üretilmiş” ilahi bilgi, diğeri ise bunun üzerine inşa edilen “türetilmiş” insani bilgi.

Tarih ile bilgi arasındaki bağlantı nedir? İlahi bilgi bahşedildiği sürece tarihte bir değişim olur ve tarih spiral bir yay gibi döngüsel şekilde hareket eder.  Tarihin kendi sınırları içindeki bu hareketi, üretilmiş ilahi bilginin varlığı ile eş zamanlı veya doğru orantılıdır.

Puta, doğaüstü güçlere veya felsefi akımlara inananlar, dinsel bilginin sürekliliğine inanabilirler. Netice itibariyle ilahi bir sonlanma olmadığı sürece bundan daha doğalı olamaz. Lakin Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’e (sav) inananlar açısından baktığımızda ilahi bilgi akışı her bir peygamberin ölümüyle sonlanmıştır. Dolayısıyla bu ilahi dinlerin müntesipleri, erdemli ve inançlı bir insan olma yolunda kendilerine bahşedilen kitapla yetinmek zorundadır. Zaten öyle de olmuştur. Bu durumda her insan topluluğu kendi inancının bilgi üretme sistemine bağlı olarak tarihsel bakış açılarını yapılandırmıştır. Bu şekliyle tarih örtülü bir din olarak süregelmiştir. 

Tarih, insan deneyimlerini sistematik şekilde kaydeder ve istenildiği anda onları biçimlendirir. O zaman tarih, geçmişini içinde barındıran insandır. İnsan da duygularıyla vardır. O halde tarihe olgular üzerinden değil duygular üzerinden bakılmalıdır. Büyük İskender sefere çıkarken askerlerine Roksana’yı aramaya gittiğini veya Cengiz Han Gök Tanrı’dan aldığı yetkiyle yoldan çıkmışlara yeryüzünde cehennemi yaşattığını söyleseydi tarihte kim bilir neler değişirdi?  Justinianus duygularının esiri olmayıp fahişe Theodora ile evlenmeseydi tarihe geçebilir miydi?

Tarihi yapanlar anlatıldığı üzere büyük bir imparatorluk kurmak, müreffeh bir toplum oluşturmak veya binlerce yıl anılmak için mi çalıştı acaba? Yoksa en basitinden insani veya ilahi bir sevgiye nail olmak için mi? Sezar keşke Kleopatra’nın bir sonuç değil sebep olduğunu söyleyebilseydi. Keşke herkes Züleyha kadar cesur yürekli olsaydı.

Öyleyse tarih duygular üzerine yapılmış lakin sonuçlar üzerine yazılmıştır. Peygamberlere gönderilen bilgi ve kitaplar da inanıp inanmamakla ilgili bir duygu değil midir? İlk ve son peygamber arasındaki üretilmiş bilgi bu kabul ve redde dair değil midir? Hz Nuh’un, Yaradan’ı kabul edenlerle bindiği gemi bu bilgiyle üretilmedi mi? Hz. Süleyman’ın akıl almaz bilgisi insanlara hayatı yaşanılır kılan gelişmelere vesile olsa da asıl amaç Allah’ı (cc) bilmek değil miydi?

Bilgiyi göndereni bulmayı merkez kılan bu sürecin maddi uygarlığımıza katkı sağladığı muhakkaktır.   Bugün dahi bizim için gizemlerle dolu kimi yapılar bu ilahi bilginin bir sonucudur. En basitinden Hz. Nuh’un gemisinin bir benzeri kim bilir kaç yüz yıl sonra yeniden inşa edilebildi? Yerleşik hayata geçmemiş, tarımı bilmeyen her türlü ilkelliği yüklediğimiz insanlar Göbeklitepe’de kendilerine nasıl muhteşem bir sosyal ve dini merkez inşa edebildi?

Tarih öznel duyguların yaşanmışlığıdır, tarihçi ne kadar nesnel olursa olsun sonuçlar üzerine bir bilim inşa eder. Kaldı ki onun da sübjektif olabileceğini düşünürsek o zaman tarihin bizi nereye götürdüğü hususunda hiçbir fikrimiz olamaz. Bu yüzden tarihçi bir senaristtir veya bir tasarımcı, belki de mimar ya da bir ressam. Bu nedenle tarihçinin en çok ihtiyaç duyduğu şey kendini ve insanı bilmektir.

İlahi olsun ya da olmasın bütün inançların amacı kendi yaratıcılarını veya koruyucularını keşfedip anlamaktır. Bu amaçla bilmek ve bulmak adına üretilen her türlü bilginin amacı da erdemli insanı ortaya çıkarmaktır. İnsanın ruhsal tekamüle ermesi için gerekli olan bilgi birikimi sürecinde yaşananlar, benzer olaylarda nüans derecesinde yenilenmelerle devam edegeldi. Ancak döngüyü yukarı doğru yönelten bir ivmenin varlığı bize tarih bilimini meşru bir zemine oturtma imkânı verdi. Ve böylece tarihçiler, ilahi bilgideki gelişmelere dayanan tekrarlanmış tecrübeleri yazabildiler. Bizler nüans ile güncellenen benzer olayların, zaman ve mekân değişmiş olmasına rağmen tekrar edilmiş olmasından rahatsızlık duymayız ve tarihçinin bunu bıkmadan bir sebep sonuç ilişkisi içinde anlatmasını da makul karşılarız. Zira insanda değişim olduğu sürece tarihin yenilenmesinden daha doğal bir şey yoktur.

Tarihçilerin anlamlandırılabilir bu tekerrürleri yazdığı tarihin ilk dönemini “tarihin tekerrürü” olarak adlandırabiliriz.

Tarih, erdemli insan olma yolundaki üretilmiş bilginin sonlandırıldığı gün bir bilim veya sanat olarak zirvedeki yerinde endişeyle tarihçileri izliyordu. Her kutsal kitabın sonlandığı gün, insanoğlunun ya elindeki bilgilerin sürdürülebilirliğini sağlayacağı ya da inkâr edeceği karar günüydü aslında. Ancak, tarih açısından bir gerçek vardı ki artık hayata dair hiçbir “yeni” yoktu. Tarihin kaynağı “insan”dır, maddi uygarlığın gelişimi değildir. Şayet öyle olsaydı biz tarihten değil kronolojiden bahsederdik.

İnsanoğluna dair ilahi “yeni”nin bittiği andan itibaren hayatta artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı. İnsanoğlu kendisine bahşedilen belki de on binlerce yıllık bilgi birikimi ile artık yapayalnız kalmıştı. Bu bilgiyi ya erdemli insan olmakta kullanacak ya da maddi uygarlığın hizmetine sunacaktı. Birincisinde insan kendi nefsi ile baş başadır, lakin ikincisinde hatırı sayılır bir gelişme yaşandığını hepimiz görmekteyiz. Vakti zamanında maddi uygarlığımızda binlerce yılda meydana gelen gelişmelerin bugün yıllar hatta aylar ve haftalar içinde gerçekleştiğini görüyoruz. Tarih eskiden insan ile yürürdü, şimdi ise teknoloji ile tahayyül edilemez bir hıza kavuştu. Tarih insanı bıraktı. Zaten ihtiyacı da yoktu. Zira “insana dair yeni”nin bittiği yerde tarih de yenilenmeye devam eden maddi uygarlık ile hareket etmeye başladı. Çünkü tarih bir devinim ister. İnsan ise olduğu yerde dönmeye başladı ve kötü olan bu dönüşün kendi ekseni üzerinde gerçekleşiyor olmasıydı.

İnsanlığın bu kısır döngüsü içinde yaşanan her şey esasında tekrardan başka bir şey değildi. “Bugün aslında dündü” filmini seyrederken sanıyorum bunu tebessümle fark edebildik. Teknolojinin ve hayatın hızına ayak uydurup kendimizi kaybettiğimiz bir dönemde aslında hiçbir şey yapmadığımızın farkında mıyız? Sadece hayatın değil bilginin de elimizden çıktığı bu günlerde yapay zekâ ile yarışmaya başladık. Bu sürecin nereye gideceği hususu ayrı bir gündem. Lakin bizi ilgilendiren yönü, kendi ekseninde dönen insanın varlığıdır. Aslında hiç dönmesek de kaybedecek bir şeyimizin olmadığının farkında mıyız? Şu an belki de sadece maddi uygarlığın gelişimine katkı sağlamak için yaşıyoruz.  

Bugün tarih, yenilenmeyen insanın hareketlerini değişmez tekerrürler olarak kaydediyor. Dolayısıyla bizler tarihin ikinci dönemini yani, “tekerrürün tarihini" yaşıyor ve kaydediyoruz. Şayet bugün, “tarihin tekerrürü” dönemindeki tekerrürler bütününü, ihtiyacımız olduğu kadarıyla bile açıklayacak bilgi ve öğretiye sahip olabilirsek, “tekerrürün tarihi”nde geleceğe zihinsel olarak hâkim olabiliriz. Sokrates bir erdeme sahip olduğunu zannedip de sahip olmamayı, deliliğe yakın bir dert olarak görüyordu. İnsanoğlu ancak tarihin birinci dönemindeki üretilmiş bilginin erdemini taşımak suretiyle tarihin ikinci dönemi yaşanılır kılabilir.

İlahi bilgi kaynaklı ahlak ve adalet kavramları her toplumda farklı boyutlarda tesirler ortaya çıkardı. Kimi kültürleri ve devlet yönetimlerini yerle bir etti, kimilerinde ise gözle görülür değişimlere neden oldu. Ancak dinin yozlaşarak kıymetini kaybettiği dönemlerde insanların ürettiği bilgiler hayatı daha yaşanılır hale getirdiği düşüncesiyle toplumda bir karşılık buldu. İnsanın ürettiği bilginin merkeze doğru yaklaşması aydınlanma çağını, akabinde de Rönesans ve reformu beraberinde getirdi. Tarihin birinci aşamasının kırılma noktası tam da bu aydınlanma çağına tekabül eder. Böylece yeni bir yaşam tarzı, yönetim şekli ve kültür meydana geldi. Akıl her ne kadar insan yaşamının merkezine yerleşmiş olsa da din her zaman hayatın bir gerçeği olarak varlığını korumaya devam etti.

J.O.Y Gasset “Persler, Asurlular… bilgi peşinde koşmamışlardır, çünkü gerçeğin tanrı olduğuna inanmışlardır” der. Tarih bu ilahi gerçekliğin bilimidir. İstesek de istemesek de, kabul etsek de etmesek de tarih hala örtülü bir din olmaya devam ediyor. Bu yüzden tarihi, “tarihin tekerrürü” ve “tekerrürün tarihi” diye iki bölüme ayırdık. Birincisinde ilahi bilginin devamı nedeniyle tekerrürlerle de olsa gelişim içindeki bir tarihsel süreç, ikincisinde ise yenilenmeyen ilahi bilgiler nedeniyle kendi ekseninde dönen bir tarihsel süreçten bahsettik. Bir ardıllar silsilesi olan insanlık, birinci dönemde kendi tekâmülünün zirvesine varacak bilgiye sahip oldu. İkinci dönemde ise bunu devam ettirip ettirmeyeceği hususunda kendi başına bırakıldı. Lakin ne yazık ki insanoğlu sahip olduğu bilgiyi kendini tüketme yolunda müsrifçe harcamayı tercih ediyor. Ve ne üzücüdür ki sahip olunan bilginin mirasçıları da her geçen gün azalıyor. Mirasçısı olmayan yaşanmışlıklar tarihin ikinci aşamasının gözü yaşlı bilgeleridir.

Vesselam, hayatta hiçbir söz yok ki söylenmemiş, hiçbir olay yok ki yaşanmamış olsun.

 

ERHAN

TEKERRÜRÜN TARİHİ EVRESİNİ YAŞAMAK
Ali beye teşekkür ederiz.
Kendisi makalesinde Dil Bilgisi ,Din Bilgisi, Sosyoloji , Tarih ve Felsefe İlimlerini kullanarak İnsanoğlunun içinde bulunduğu durumu anlatmaya çalıştığını anlıyorum.
Yazı bir çok bilgi içerdiği doğrusu tam olarak değerlendirmek , eleştirmek hatta katkı sağlamak mümkün olmadı.
Makalede Kullanılan terimler , Arapça hatta Fransızca (deja vu) kökenli olduğu için belki de ELİT yani eğitim seviyesinin yanında kültür seviyesi de yüksek okuyucu kesimler hedeflendi.
DEJA VU 'yuyumu yaşıyoruz acaba ?
Biz insanoğlu gün geçtikçe FITRAT 'tan daha fazla uzaklaşmak çaba sarf edecek gibiyiz .
En son yapılan ''Yaşlanmayı durduracak '' çalışmalar yapıyoruz açıklamaları gibi
sırlar önce insanların çok daha uzun (yüzlerce yıl ) yaşadıkları anlatılır.

Ct, 09/18/2021 - 19:22 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 290 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.