Ulusların Ruhu Yaşlanırsa

01 Aralık 2021

 

İnsanın bir ruhu vardır. Peki, ulusların bir ruhu var mıdır? En basit şekliyle canlılarda hayatı sağlayan unsur olarak tanımlanan ruh, insanın bilinç, akıl, idrak ve irade gibi niteliklerini ifade eder. Yaşayan ve ölmüş her insanın nev’i şahsına münhasır ruhi özellikleri bir araya gelerek, yüzlerce yıllık ortak yaşanmışlığın üstüne bir ulus ruhu oluşturabilir mi? Neden olmasın. Ancak burada bahsettiğimiz sadece yaşanmışlığın süzgecinden geçmiş adet ve geleneklerimiz değildir. Aynı zamanda farkında olmadıklarımız veya unuttuklarımız da bunlara dâhildir.

Antik Yunan’dan bu yana kimi filozoflar insanların bilgiye sahip olarak doğduklarını ancak unutulan bu bilgilerin zaman içinde yeniden hatırlandıklarını ifade edegelmişlerdir. Doğmadan önce bildiklerimiz ile yaşam esnasında unuttuklarımız bilinçdışımızın ana sermayesidir. Hayata dair çıkmazlarımız ve sorunlarımızda psikiyatr, bilinçdışımızın bu engin denizlerinde bize kurtuluş yolu bulmaya çalışır.

Peki, ulusların ruhunda bir sorun çıktığında bunu nasıl çözeriz? Acaba psikiyatrlar ulusların bilinçdışına ulaşmakta da aynı mahir yeteneklere sahip midir? Coğrafyalar birbirinden farklı kültür, din ve dile sahip onlarca ve belki de yüzlerce ulus veya topluluklara insanlık tarihi boyunca ev sahipliği yaptılar. Aynı veya yakın coğrafyalarda yaşamış kültürler ve medeniyetler varlıklarını birbirlerinin üzerine inşa ettiler. Her yeni dönem, coğrafyada yaşayan insanlara yeni bir değer katmak suretiyle, toplumların ruhunun tekâmülüne katkı sağladı. Topluluklar kendisinden öncekilerden aldıklarıyla kendilerine yeni bir yaşam tarzı oluşturdular. Böylece insanlık tarihi dediğimiz süreç ortaya çıktı.

Bilerek doğan insanın hatırlamadıkları veya unuttukları esasında toplumların ruhunda yaşamaya devam eder. Elbette ki toplumlar da unuturlar. Ama onlar bireylerden farklı olarak bazı ipuçlarını daha kolay bulunabilecek yerlere saklarlar. Hatta farkında olmadan onları günlük hayatlarının bir parçası olarak bile kullanmaya devam ederler. 12 bin yıllık geçmişi olan Göbeklitepe gün ışığına çıkarılmadan önce insanlar buradaki dilek ağacına ip bağlıyorlardı. Böylesi yerler aynı zamanda kurban kesim alanları olarak hala birçok yerde gelenekleri yaşatmaya devam ediyor. İnsanlar binlerce yıllık tarihin farkında olmadan, ancak ruhlarının onlara yüklediği sorumlulukla geleneklerini yaşatmaya devam ediyorlar.

On binlerce tablet ile sadece devlet yapısı değil, aynı zamanda sosyal hayatı da kayıt altına alan Hititler, bu tabletlere kaburga dolmasının tarifini nakşetmeyi dahi ihmal etmediler. Bugün bu binlerce yıllık yemekler hala aynı fırınlarda ve aynı toprak kaplar kullanılmak suretiyle pişirilmeye devam ediyor. Şimdi hangimiz Hititlerin ruhunun yaşamadığını söyleyebiliriz.  Hititler, Hattiler, Luviler ve Akadlar kim bilir ruhumuzun hangi katmanında uyuyorlar.

Unutmayalım ki bu topraklar Hititlerden önce olduğu gibi sonrasında da birçok kültür ve medeniyete ev sahipliği yaptı. Her toprak parçasının kendisine özgü böylesi yaşanmışlıkları var elbet. İklim ve savaşlar nedeniyle yaşanan göçler, fetihler ve istilalar her dönem farklı coğrafyalarda yeni katmanların oluşmasına katkı sağladı. Bazı yerlerde bu katmanların sayısının fazla, bazı yerlerde daha az olduğunu görürüz. Bazı toplulukların, oluşturdukları ruhu hem bulundukları hem de göç ettikleri coğrafyalarda inatla korudukları görülür. Bu toplulukların, farklı kültürlerle karışmaları, sahip oldukları ruhun tasfiyesine değil gelişimine katkı sağlamıştır. O yüzden bunlar diğer topluluklardan ayrılacak şekilde ulus ruhuna sahip olur.

Bizim için önemli olan ister ulus ister topluluk olsun hepsinin kendine özgü bir ruhunun olduğunu kabul etmektir. Uzun bir giriş oldu ama ulusların da bir ruhu olduğunu anlatabilmek suretiyle onların da bireyler gibi yönetilip, yönlendirilebileceğini veya kendini rahatsız hissettiğinde tedavi olmak için bir psikiyatra ihtiyacı olduğunu anlatabilmekti.

Minicik bir telefon ile kendini dünya vatandaşı olarak görmekten mutluluk duyan insanlar, esasında kör bir kuyuda kendi yalnızlığını sorguladığının farkında değil.  Yenilik ve keşfetmek adına günlük hayatımızın hemen her alanında yoğun arayışlarımız var. İnsanlar acaba kaybettiklerini mi bulmaya çalışıyor yoksa unuttuklarını hatırlamaya mı?

Dün bireysel bir sorgulama olduğunu düşündüğümüz şeyler bugün toplumsal hale geliverdi. Psikiyatrlar bireyleri kendisiyle barıştırmaya çalışırken, iletişim uzmanları ulusları geçmişleriyle yüzleştirmeye çoktan başladılar. İnsanların günlük hayatlarındaki yoksulluk, lüks, yalnızlık, kalabalık, doymuşluk, sevgisizlik, korku, endişe, panik, sorgulama ve daha yüzlerce duygu ve yaşanmışlık ulusları her geçen gün müdahaleye daha açık bir hale getiriyor.

Gittikçe çetrefilleşen bu hayattan kurtulmayı düşünen uluslar, kitlesel bir şekilde çareyi geçmişlerinde aramaya başlıyor.  Çünkü kendilerine öğretilen bu. Her şeyin tedavisin aslında geçmişte yatıyor olması düşüncesi gerçekten bir çözüm yolu mudur? Yoksa yeni bir çıkmazın başlangıcı mı? Bugün geçmişin hatıraları ile yüzleşmeyi kabul edecek kadar bunaltılmış uluslara birileri bir şeyleri hatırlatmaya başlıyor. Esasında bu zaten insanların ve toplumun doğasında olan bir şeydi. İnsanlık tarihi boyunca süregelen bu yöntem bugün çok daha profesyonel insanlar tarafından yönetilmeye başlandı. Hepsi bu.

Dün tarihimizin yakın geçmişine olan merakımız, bugün daha uzaklarına doğru yönelmeye başladı. Bu, akademik bir merakın ötesinde günlük hayatımızda kendimizi bulma arayışıdır. Kaburga dolması yiyen birisi kendisini Hititlerle özdeşleştirmek için bir neden bulamayabilir lakin kımız içen birisi Mete’nin zafer kazanmış kumandanı edasıyla nara atabilir. Ruh onlarca katman içinde kendine bir model seçmiştir. Aslında varlığında hepsinden bir parça vardır, ama o birini ön plana çıkartır.

Geçmiş ruhumuzun derinliklerinde bir ayrık otu gibi yaşar. Ne zamanki beslersiniz o vakit canlanır ve bütün bedeninizi işgal eder. Siz artık kendiniz olmaktan çıkar yeni bir ben olursunuz. Bu bir iyileşme şeklinde de olabilir yeniden var olma şeklinde de. Ulus artık bu dönüşümün kavgasını vermeye başlar. Zira tercihler mevcudun varlığına bir tehdit olup onu yok etmek için canlanmış ise, bilinçdışının bilince olan hâkimiyetini hep birlikte seyretmeye başlarız. Bilinçdışımızın tercihli sakinleri artık bilincimizin ev sahibi olmuştur.

Unuttuklarımız ruhumuzun dehlizlerinde kaybolur. Her yaşanmışlık yeni bir katman ekler ruhumuza. Aramak ve bulmak vakti geldiğinde bir şeyler hatırlarız sanki.  Ruhumuz bir şeyleri tekrarlamaya başlar hatırlamak adına. Bilinçdışımızdan bilincimize aktardığımız ilk şey her şeyin başlangıcı olur.

Kolektif ruhun çıkmaz sokaklarına gönderilen yaşanmışlıklar sinsi bir kurt gibi geri döner. Hatırladığımız geçmiş, ev sahibi –ben’i- rahatsız eder. Ama artık bir kere gelmiştir ve geri dönmeye de niyeti yoktur. Bu, umursamazca ve ahlaksızca bir geri dönüştür belki. Lakin bu evin eski bir sakini olarak söz ve hak sahibi olduğunu düşünür “geçmiş”. Sisli bir gecede ilk kuzuyu yiyen kurtların dişine kan bulaşmıştır artık. “Ben” ne kadar dirense de yılların onu zayıf düşürdüğünün farkındadır. İçini kemiren kurtlar her yerden saldırmaya başlar. Beden, yeni bir “ben’e” kendini teslim etmeye hazırmış gibi yaşananları çaresizce seyreder.

Ulusların ruhu da bireyler gibi yaşlanıyor. İnsanın çocukluktaki fiziki ve ruhi hallerinin yaşlılıkta da tezahür etmesi gibi, “ortak ruhumuz” da tekâmülünü tamamlıyor. O da çocuklaşıyor vesselam. Olgunluk nasıl ki erdemin kapısı olabiliyorsa, yaşlılık da çocukluğun kötü bir kopyası gibi evreni kuşatıyor. Ortak ruhumuzun çocukluğu neresi? İlk insanlar mı? Bilginin ve teknolojinin bu denli hızlı geliştiği bir dönemde ortak ruhun ilk insana gönderme yapması normal mi? Ya da mümkün mü? Bilgimizi kutsamaya hiç gerek yok. Nietzsche der ki: “herkesin öğrenme hakkının olması, zamanla sadece yazmayı değil, düşünmeyi de mahveder”. Yani? Bilgimize fazla anlam yüklemeye gerek yok. Çok şey bildiğini düşünen insanların Göbeklitepe’dekilerden üstünlüğü nedir? Daha doğrusu insanı üstün kılan nedir? Sahip olduğu teknolojik gelişmeler mi, zenginlikleri mi?  Alzheimer olmuş bir ruh nedense “başlangıç”a atıf yapmakta hiç zorlanmaz.  

Zaman kocaman bir döngü, yolun yarısını geçtik artık, “başlangıca” dönmek için geriye değil ileriye doğru gidiyoruz. Her ulus veya halk bu “başlangıç” için kendine ruhen geçmişte bir tutunum bulur. Geçmişle gelecek arasındaki bu senkronizasyona farkında olmadan uyum sağlarız. Her topluluk muhtemeldir ki geçmişte kendilerine eş zamanlı tutunumlar bulacaktır.  Kore, Portekiz ve Meksika’daki insanlar geçmişin iletişimsizliği içindeki ortak ruhlarını günümüz iletişim teknolojilerinde yeniden ve belki de yeni bir ortak paydada bir araya getirecekler.  Ataların yaşanmışlıkları dün için bir kader, ruhları ise yarın için bir yazgı olarak karşımıza çıkacaktır belki. Bu insanlık için bir tehdit midir? Bilemiyorum.

Vesselam “başlangıç” tutkusu sadece ortak ruhun değil, aynı zamanda insanlığın problemidir. Her son farklı bir zamanda yeni bir başlangıcın habercisidir sanki.

 

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 198 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.