15 Temmuz'u Gerçekten Anıyor muyuz yoksa Anarken Unutmaya mı Çalışıyoruz?

15 Temmuz 2020

 

15 Temmuz 2016 tarihli ihanet kalkışması, sadece yakın tarihimizin değil tüm siyasi tarihimizin en ağır, sinsi ve sıra dışı saldırılarından birisiydi. Dört başı mamur bir okumanın nesnesi kılamadığımız kalkışma; aktörün kimliği, ilişki ağı, yapılanması, ilke ve değerleri paravanlaştıran söylemi, kadrolaşması ile öncülü olan darbe teşebbüslerinden farklı bir girişimdi. Öncü semptomları (7 Şubat, 17-25 Aralık vs.) olmakla birlikte 15 Temmuz’da fiilen güvenlik güçlerinin sahne almasıyla mücessem bir hal aldı. Milletin destansı direnişi ile kalkışma püskürtüldü, mahrem hücrelerine kadar sızılmış olan devlet adeta ihanet çetesinin elinden alınarak hükümete teslim edildi. Ancak devletin millet tarafından kurtarılması 248 şehit, 2 bin 196 yaralı ve mağdur olan sayısız kahramanın ödediği ölçü tanımaz bedel sayesinde olabildi. Siyasi tarihte emsali olmayan 15 Temmuz'un bu açıdan baktığımızda bir kaç yönünün olduğunu görmemiz gerekiyor. Her biri etraflıca başka yazılarda ele alınması gereken bu yönlerden birincisini, darbeciler olarak FETÖ oluşturuyor. Örgüt, lideri, yapılanması, ilişki ağı vs. İkincisi, bu fiili kalkışmayı göğüsleyen milletin şanlı direnişi. Üçüncüsü, kalkışmayı mümkün kılan siyasal-sosyal-bürokratik gerçekliğimiz. Dördüncüsü, kalkışmanın püskürtülmesinin ardından darbeyle/darbecilerle hesaplaşma durumumuz. Ve beşincisi de vereceğimiz mücadelenin en azından bundan sonra nasıl olması gerektiği. Bu hususları irdelerken şunu göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Kalkışma, bize gözü dönmüş darbecilerle birlikte yapısal sıkıntılarla malul devlet yapılanmamızı ve emniyet, askeriye ve yargı başta olmak üzere devletin tüm kurumsal varlığını saran güven ve meşruiyet krizini gösterdi. Evet, devleti darbecilerin elinden kurtardık ancak kurtardığımız devletin mevcut haliyle ne tür bir devlet olduğu da izaha muhtaçtı. Bu izaha muhtaçlığı da içerecek geniş ölçekli bir okuma, kalkışmanın üzerinden dört yıl geçmiş olmasına rağmen hala hakkıyla yapılabilmiş değil maalesef.

Bu vesileyle 15 Temmuz kalkışmasının yıldönümleri nedeniyle daha önce de değindiğimiz bazı hususlarını tekrar etmekte fayda var. Öncelikle ihanet kalkışmasının yıldönümünün hem vaziyetimize dönük bir muhasebe çağrısı hem de anmaları coşkuyla yapan bizler için hafızamızın diriliğine dair esaslı bir iddia olduğunu belirtelim. Anma etkinlikleri varlıkları itibariyle başımıza gelen şeyin ne olduğunu bildiğimiz ve bizim bundan gerekli dersleri çıkardığımız iddiasını taşıdıklarını söylüyorlar. Bunun böyle olup olmadığına bakmak ve anma etkinliklerinin yapılış şekilleri ve yol verdikleri üzerinden yaşanan şeyi hafızada canlı tutmaya yol verebileceği gibi aynı zamanda 'her anma töreni bir unutmadır' şeklinde konuşan İngiliz tarihçinin belirttiği üzere bir unutmaya da yol verebileceğini dikkate almak durumundayız. O nedenle kolektif hafızamızda anlamı ve önemi olan bu tür hadiselerin anılmasının/hatırlanmasının sahici bir nitelik kazanması için şu bir kaç hususun altını özenle çizmemizde fayda var. Öncelikle en güçlü/güvenli devirlerinde bile ihanetlerin, karanlık hesapların, çetrefilli ilişkilerin tesis edilebildiği bir coğrafyadayız. Ulusal, bölgesel ve küresel gelişmelerin netameli bir vaziyete yol verdiği kritik süreçlerde zaten en umulmadık insan ve yapıların ne tür savrulmalar geçir(ebil)diğini biliyoruz. Dolayısıyla başımıza gelen şey bir ihanet söylemine indirgenemez, orada tüketilemez.

İkincisi, bağlantılı olarak hainleri görmek, tanımak, bilmek ihaneti ve ihanete ilişkin alınması gereken önlemleri bilmeyi zorunlu olarak getirmiyor. Başınıza gelen olaylardan genele ilişkin bilgiyi çekip çıkarmak ve o bilgiyi benzer durumlara transfer etmek başka tür bir maharet gerektiriyor. O yüzden bilmemize eşlik eden bir pratiğimiz yoksa zaten bilme anlamsız; varlığı da tartışmalıdır. Çünkü bilme; zihinsel bir kazanımı değil, geçerliliği-güvenilirliği tavır, tutum ve davranışlarımızla sınanan performatif bir vaziyeti gerektiriyor. Dolayısıyla tecrübeli olmak; yaşadıklarınızdan veya başkasının yaşadıklarından alınması gereken dersi almak ve istikameti bu dersler üzere tayin etmektir. Yoksa yaşadığımız şeylerin çokluğu, başımıza gelen bela ve musibetlerin fazlalığı engin deneyimimize değil tersine akılsızlığımıza, tedbirsizliğimize, yetersizliğimize ve yüzeyselliğimize işaret eder.

Altını çizmemiz gereken bir husus da yine bu bilmeyle bağlantılı olarak hafıza sahibi olmaktır. Yaşadıklarımızı unutmamak, başımıza gelenlerden gereken dersleri çıkarmaktır. Yaşatılanları, yaşatanları bilmek, farkında olmaktır. İzzetbegoviç Boşnaklara hitap ettiği tarihe geçen konuşmasında şöyle demişti:: “Soykırımı unutmayın, çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.” Lakin mesele burada bitmiyor. İngiliz tarihçinin uyarısını da ekleyerek unutmamanın veya hatırlamanın keyfiyetinin ne olduğuna, nasıl olduğuna bakmamız gerekiyor. Evet, unutmamamız veya hatırlamamız yetmiyor. Değil mi? Daha 70-80 yıl önce toplama kamplarında insanlık tarihinin en büyük soykırımlarından birinden güç bela canını kurtaranlar; bugün yaşadıklarını Filistinlilere yaşatmakta zorlanmıyorlar. Zorlanmıyorlar, çünkü çoğu zaman unutmamak veya hatırlamak yaşadıklarına esir düşmektir. Hafızanın, yaşanılanın esaretine girmektir. O yüzden atlatılan her büyük hadise, başa gelen her acı olay layıkıyla kavranmamış ve dört başı mamur ele alınmamışsa anma ve hatırlama girişimlerinde karşımıza çıkan abartılı sembolizm maalesef söz konusu eksikliği perdeleme performansı oluyor. Bu, Baudrillard’ın yerinde ifadesiyle meselenin pornografikleşmesi, içerik yitimine maruz bırakılmasıdır.

Dikkat edilmesi gereken belki en önemli husus maalesef şu ana dek layıkıyla yapmayıp tersine çok kötü şekilde meseleyi 'ihanetçide, ihanetçinin ve ihanetin sıra dışılığında' okuma, mevzuyu o lokasyonda tüketme yanlışlığıdır. Belirli periyotlarla cari sistemi vesayet kodlarına döndüren darbelerin siyasi geleneğimizdeki yerini biliyoruz. Bu geleneğimizin nev-i şahsına münhasır bir kalkışması olan 15 Temmuz girişimini ve FETÖ’yü unutmama/hatırlama çabamızı, örgütün ve kalkışmanın sıradışılığı üzerinden değil bireysel ve kurumsal işleyişimizdeki eksiklikler, yanlışlıklar üzerinden vermeliyiz. Yapısal sorunlarımızdan insan kalitemizdeki eksikliklere ve zaaflara uzanan bir özeleştiriye ve bunları giderecek düzenlemelere yol vermeliyiz.

Bunlar yapılmadığı taktirde yukarıda da dile getirildiği gibi anma girişimleri yapılması gerekenlere karartma uygulayan tuzaklara dönüşebilir. O yüzden Türkiye’nin hatta dünyanın kritik günlerden geçtiği şu tarihsel eşikte devletin hak ve özgürlükler temelinde yapılanmasının gerçek anlamda bir hatırlama/unutmama anlamına geleceğini bilmek durumundayız. Hatırlama/anma; tarihe/hayata karşı bir meydan okumadır. Isırılan yerden bir daha ısırılmama, eksiklerden, zaaflardan gerekli dersleri alma iddiasıdır.

İddianın, meydan okumanın sınanacağı yer pratiğimizdir. Bu ihaneti ve hainleri küçük görmek anlamına gelmez. Benzer hadiselere, aktörlere karşı yapıyı, zemini güçlendirmektir. Devleti kapanın elinde kaldığı, karanlık mahfillerin içinde yuvalandığı, yakınlık-yandaşlık üzerinden birtakım yapıların örgütlendiği derme-çatma bir yapı olmaktan çıkarmaktır. Sistemin kurumsal işleyişini, denge-denetleme mekanizmalarını, personel rejimini temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra günümüzün yönetim anlayışına uygun şekilde yapılandırmaktır. 15 Temmuz ihanet kalkışmasının bizi sürüklediği güvenlik krizinden, asayişçi iklimden sıyrılarak özgürlük-güvenlik hassas dengesinin yeniden tesis edildiği ve sivil siyaset alanın çeşitliliğe ve çoğulculuğa imkân tanıyan bir zemine, iklime tekrar kavuşmasını besleyecek adımları atmaya özen göstermektir.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 129 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.