Havarilerini Yaratamayan İsa veya Eğitim-Öğretim Sezonumuz Üzerine

13 Temmuz 2021

Başından sonuna kadar salgının gölgesinde geçen eğitim-öğretim sezonumuz sona ermiş durumda. Tüm bileşenler için hayli zorlu geçen süreci etraflıca değerlendirmek hem yapıp ettiklerimizi gözden geçirme hem de önümüzdeki süreçte yapacaklarımızı netleştirme anlamında önem taşıyor. Ne yaptık ve ne yapmalıyız? Bu iki soruyu salgın parantezinde tüketmeyecek daha yapısal ve daha geniş ölçekli değerlendirmelere ihtiyacımız var. Zira sürekli vurgulamaya çalıştığımız üzere mevcut yapımızın salgından bağımsız şekilde performansını, talep ve beklentilerimizi karşılama düzeyini biliyoruz. Dolayısıyla zaten krizde olan bir yapının kriz halinin salgın süreciyle iyice derinleşip belirginleştiği bir olağanüstü dönemden geçtik. Kriz öncesinin bir tür norm olarak kendisini dayattığı bu gerilimli psiko-sosyal ortam içerisinde düşünsel-eylemsel ayartmalara çekince koyarak gerçekliğimize odaklanmak durumundayız. Gerçekçi olabilirsek bir mesafe alma, anlamlı çözüm(ler) imkânımınız var demektir. Aksi taktirde gerçekliğe karartma uygulayarak, gerçekliği çarpıtarak, manipüle ederek, bir takım teknik-tali problemleri ileri sürerek temize çekmeye çalışarak geçmişin kurum ve anlayışını sürdürme gayretimiz sonuçsuz kalmaya mahkum olacaktır.

Ne yaptık?

Gelelim iki hayati sorumuza. Öncelikle “Ne yaptık?” sorusuna bakalım. Dünyayı etkisi altına alan bu salgın sürecinde eğitim-öğretim alanına ilişkin yapıp ettiklerimizi nasıl değerlendirmeliyiz? 2020 yılının Mart ayında başlayan salgın sürecinin öncü şoklarının ardından görece önümüzü görerek girdiğimiz 2020-2021 yılı eğitim-öğretim sezonunda öne çıkan en önemli husus açıkçası MEB’in yönetsel zafiyeti oldu. Her türlü senaryoya hazır olunduğu şeklindeki açıklamaların bırakın gerçeklikte karşılığının olması kamu diplomasisinin bile anlık kararla sabote edildiği kararsızlık, belirsizlik hali içinde eğitim çalışanları, öğrenci ve veliler bir tür kurumsal felce uğratıldılar. Tüm bu bileşenlerin yanı sıra genel kamuoyu algısında da eğitim-öğretimin anlamı, önemi, gerekliliği aşındı. Nihayetinde anlamlı, önemli ve gerekli olarak kodladığınız şeyin gerçekten de önemli, anlamlı ve gerekli olmasını sağlayan unsur pratiğimiz, pratiğimizin niteliği oluyor.

İkinci önemli husus; eğitim-öğretim kurumlarımızın teknik altyapı, donanım anlamında belirli bir seviyede olmasına karşılık öğrencilerimizin büyük kısmının bu imkândan yoksun olması gerçeğidir. Bu durum doğrudan doğruya eğitime erişim ile ilgili bir problem olup üzerinde hassasiyetle durulması gerekmektedir. Tekrar altını çizelim MEB’in istatistiklerinden hareketle söyleyebiliriz ki öğrencilerimizin çok büyük bir kısmı (büyük ihtimalle üçte ikisinden fazla) uzaktan veya online eğitime katılma imkânından yoksun durumdadır. Bunun sosyo-ekonomik anlamda ne tür bir toplumsal gerçeklik imasında bulunduğu şimdilik bahsi diğer. Cep telefonlarıyla katılım göstermeye çalışan öğrencilerin (ki sisteme katılan öğrencilerin büyük kısmı bu araçla katıldılar) kullandığı aracın pedagojik uygunluğunu tartışmayı bile gereksiz görüyorum. Şu halde salgın sürecinde sosyo-ekonomik gerçekliğimiz yani öğrencilerimizin ekonomik imkânları eğitime erişim sağlayacak düzeyde değildi. MEB veya devlet bu süreçte bunu sağlayacak bir etkinlik de gösteremedi. Durum bu olunca çok az öğrencimizin eğitime erişim sağlayabildiği bir eğitim-öğretim sezonunu geride bıraktık. Eğitime erişim sağlayan öğrencilerimizin aldıkları eğitimin niteliğinin ne olduğu ise apayrı bir tartışma konusu. Zira biz yüz yüze verilmek üzere tasarlanmış bir müfredatı, yüz yüze vermek üzere pedagojik formasyondan geçmiş eğitimciler aracılığıyla sanal ortamda vermeye çalıştık. İşin bu kısmını da dikkate aldığımızda yönetsel zafiyetin, sosyo-ekonomik imkânsızlıkların kıskacında eğitim-öğretimin anlam, önem, gereklilik yitimine uğradığı ve mevcut sosyo-ekonomik eşitsizliğin biraz daha derinleştiği bir süreci geride bırakmış olduk.

Ne Yapmalıyız?

Peki, ne yapmalıyız? Yaşadıklarımız bize ne yapmamız gerektiği hususunda çok önemli ikazlar sunuyor. Kişisel gelişim formatında kitlesel-standart çözümler dayatan ayartıcı dile karşı gerçeği görerek, gerçekliğimizle yüzleşerek yol almaya çalışmalıyız. O halde öğrencilerimizin teknik donanım, altyapı anlamında eğitime erişimlerine engel olan büyüklükte somut problemleri var ve MEB’in konuyla ilgili somut ve acil bir eylem planını hayata geçirmesini zorunlu kılıyor. İkincisi yaşanılan kriz nedeniyle oluşan eksiklikleri gidermeye dönük bir tür bardağı kovayla doldurma yaklaşımına, aceleciliğine asla prim vermemek gerekiyor. Kaş yapalım derken göz çıkaracak iş ve işlemlerden uzak durarak yumuşak bir yüz yüze eğitime geçiş planlanmalıdır. Abartarak, aşırı yoğunlaştırarak değil sadeleştirerek, basitleştirerek, açıklığa kavuşturarak ve birbirine entegre ederek yol almak gerekiyor. Eğitim-öğretimden uzak kalmanın yanında öğretmen, öğrenci, veli ve eğitim yöneticilerinin büyük bir kısmı bir tür sosyal, kurumsal blokaj altında eğitim-öğretim temalı bir cendereden geçtiler. Zorunlu eğitim kademesi ile yükseköğretimde okuyan öğrencilerimizin tümünde kayıp oluşturan bu sürecin telafisine ilişkin, yukarıdaki çekinceleri de gözeterek şüphesiz, bir destekleme programı üzerinde çalışılmalıdır.

Neye Dikkat Etmeliyiz?

Diğer taraftan tam da bu kritik eşikte, yeniden normale dönmeye çalıştığımız şu dönemde şu gerçekliğin altını çizmekte zaruret görüyorum. Mevcut şartlar içerisinde normale dönme çabamızın kriz öncesini referans alması anlaşılabilir. Ancak başlarken değindiğim üzere normal dönemlerde beklentilerimizi karşılamayan bir yapıyı kriz sonrası için kurtarıcıya dönüştürme şeklinde bir kolaycılığa kendimizi kaptırmayalım. Türkiye’nin çok önemli ve kronik sorunlarından birisi de zorunlu, kitlesel eğitim-öğretim düzenidir. Bu düzen kodifikasyonuyla, süreç sistematiğiyle ve şüphesiz değişmeyen başarısız sonuçlarıyla problemlidir. Milli Eğitim eski bakanlarımızdan Ömer Dinçer’in ifadesiyle Türkiye’nin iki temel problemi var ve bu iki temel problem, biraz yumurta tavuk ikilemini barındırsa da, eğitim-öğretim yapımızla doğrudan ilintilidir. Bu problemlerden birincisi insan niteliğinin geliştirilmesi diğeri de yönetimin niteliğinin geliştirilmesidir. Genelde salgının insan niteliğimizin gelişimine ve yönetimimizin niteliğini geliştirmemize set çektiğini düşünüyoruz. Sanırım her iki hususta salgının neden olmasından ziyade işlevsiz durumumuzu görünür kılmasından bahsetmek daha doğru olur. Yürüttüğümüz sistemin beşeri sermayemizin gelişimine katkı sunmadığını zaten herkes kabul ettiğine göre çözümü işlevsiz sistemde aramak gibi bir yanlışlığa düşmenin bir anlamı olmasa gerek. “Havarilerini yaratamayan İsa’nın yeri tarih değil tımarhanedir” demişti Cemil Meriç. Sözü alana şu şekilde uyarlasak yerinde olur sanırım: Çözüm üretemeyen yapıları el üstünde tutup yaşatmaya devam etmek yerine sorgulayıcı bir okumanın muhatabı kılmak ontolojik bir gerekliliktir. Gerçekten bu tarz bir iddiamız varsa tabi!

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 293 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.