Krallıktan Köleliğe Kabileden Ulusa Afrika

15 Ağustos 2021

 

 

İadeyi ziyaret kapsamında Gana’nın Türkiye Büyükelçisine kahve içmeye gitmiştim. Kısa bir hasbihalin ardından hanımefendi vakarlı bir şekilde ülkesine dair bilgiler vermeye başladı. Tarihin kendisine yüklediği sorumlulukların farkında olarak konuşan Büyükelçi, ülkelerinin hak ettiği gelişmişlik düzeyine ulaşması için ihtiyacı olan kalkınma yardımları alanlarından bahsetti. Arzu ettiği şey ülkelerine hibe şeklinde yardımlardan ziyade tarım, hayvancılık, ekonomi, sağlık, eğitim gibi alanlarda ihtiyaç duydukları bilgi ve teknolojinin kendileriyle paylaşılmasıydı. “Ali Bey bizim maddi anlamda bir beklentimiz yok, bizler bilgiye sahip olursak bunu üretime dönüştürebilecek bir alt yapımız olduğunu düşünüyoruz” dedi.

Bugünkü Gana devletinin bulunduğu bölgede vaktiyle kurulmuş Gana İmparatorluğu dönemin en müreffeh ülkelerinden biriydi. Bu bölgede kurulan imparatorluk ve devletler 19. Yüzyıla kadar varlıklarını sürdürmeyi başardılar. Sömürgeciler arasında paylaşılamayan bu coğrafyanın altın üretimindeki verimliliği bugün bile devam etmektedir. Hali hazırda Afrika’da en fazla altın bu ülkeden çıkartılmaktadır. Rivayet olunur ki, vaktiyle Gana İmparatorluğunda köpeklerin tasmaları bile altından yapılırmış.

Sömürgecilerin Altın Sahili olarak tanımladıkları imparatorluk bakiyesi bu topluluk, Afrika’da bağımsızlığını kazanan ilk ülke olmuştur.

Demem odur ki, bizlerin bugün açlık ve yoksulluk içinde kıvrandığını düşündüğümüz kıtada, bir zamanlar dünyanın en gelişmiş ve müreffeh medeniyetleri yaşam sürmekteydi. Bu sadece maddi anlamda bir zenginlik değil, ama aynı zamanda Avrupa’dan eğitim almaya gelen öğrencileri de bağrına basan bir üniversite sistemini de içeriyordu. Tarihe adını yazmış ve hala gizemini koruyan onlarca krallık ve devletle, Afrika medeniyetin zirvesindeydi. Ta ki sömürgecilerin gelmesine kadar.

Dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi Afrika kıtasında da kölelik sistemi mevcuttu. Sömürgeciler kıtaya geldiklerinde yerel yönetimlerle işbirliği içinde bu sistemi uluslararası alana bir pazar olarak açmayı başardı. Lakin Afrikalılar köle ticaretinin kıtanın işgücü ve üretimini, çoğalma kapasitesini, fikri ve kültürel altyapısını yerle bir edecek kadar büyüyeceğini hiçbir zaman düşünmediler.  Bir zamanlar sömürgecilerle işbirliği yapan yerli güçler de bu süreçten nasibini aldığında artık iş işten geçmişti. Geriye dönüşü olmayan bir yola girildiğinde, Afrika sadece sömürülmemiş, fiziki ve zihni olarak da köleleştirilmişti.

Ataları altın zincirleri eşleri ve sevgililerine kur yapmak için hediye ederken, kendileri demir zincirlerle köle pazarlarında satışa çıkarılmıştı. Bu krallıktan köleliğe geçişin hazin ve hüzünlü hikâyesidir.

Peki, bu krallıklar döneminde imparatorluklarda veya devletlerde yaşayan topluluklar ülkelerine hangi aidiyet duygusuyla bağlıydı. Konuya dair farklı tartışmalar mevcut olsa da bir ulus bilinci içinde olmadıklarını rahatça söyleyebiliriz. Ancak bu dönem itibariyle modern anlamda ulus bilincinin hali hazırda sömürgeci ülkelerde de olmadığını biliyoruz. 18. yüzyılda sistematik bir anlam yüklenmeye başlayan ulus kavramı ancak sonraki yüzyıl içinde uluslararası ilişkilerin ana konularından biri haline geldi.  

Devlete olan aidiyet duygusunun temelleri bir dönüşüme uğramadan, Afrika’nın Efendi toplulukları kendilerini köle olarak kabul etmek zorunda kaldı. Ulus devlet sürecini yaşayamayan bu toplulukların bugün içinde bulundukları siyasi çıkmazların en temel nedeni budur. Zira bu topluluklar kendi tarihsel süreçlerini yaşayamadılar ve kendilerine özgü bir toplumsal yapı inşa edemediler. İkinci Dünya Savaşı akabinde ulusların kendi kaderlerini kendi tayin etme süreci kabul gördüğünde Afrikalı ülkeler yavaş yavaş bağımsızlıklarını kazanmaya başladı. Ancak bu bağımsızlığın hangi zemin üzerine inşa edildiği hususu hala bir çıkmazın tarifidir. “Ulusların kendi kaderini kendi tayin etme hakkı” Afrika’daki hangi ulus için geçerliydi acaba. Ortada bir ulus bilinci olmadan kazanılan bağımsızlıklar doğal olarak sınırları ve siyasi yapısı sömürgecilerce oluşturulan ülkeleri ortaya çıkardı.

Sömürgecilerin bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki insanları köle olarak tanımlaması artık teknik olarak mümkün olmadığı için onlara yeni bir isim bulunması gerekiyordu. Hali hazırda Afrika’nın toplumsal bir gerçeği olan “Kabile” kavramı sanıyorum bu aşamada kullanılabilecek en uygun ifadeydi. Böylelikle kabile devletleri kurulmuş oldu. Kabile kavramı hem geri kalmışlığı hem de tarihsel olarak bir birikimi ifade etmekten uzak olması nedeniyle sömürgecileri ziyadesiyle mutlu etti. Avrupa’da aynı dil, din, etnik ve kültürel ortaklığa sahip topluluklar zaman içinde birer ulus olarak karşımıza çıktılar.  Bu şekliyle 5-10 milyonluk topluluklar ulus olarak devletlerini kurdular.  Afrika’da ise yüzlerce milyonluk topluluklar kabile olarak tanımlandı. Aslında burada teknik ve işlevsellik olarak kabile ve ulus arasında bir fark yok. Bulgar, Makedon, Sırp, Hırvat, Slav bugün nasıl birer ulus olarak tanımlanıyorsa Afrika’daki topluluklar da kabile olarak tanımlanıyor. Peki, o zaman İrlandalıları, Baskları birer kabile olarak tanımlamamızdaki engel nedir? İsviçre acaba kaç kabileden oluşur?

Afrika’da yüzlerce dil, kültür ve dine sahip topluluklar uluslaşma sürecini göremeden kabile toplulukları olarak yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler. Kabilecilik hem yeni kurulan devletin sağlam bir temel üzerine oturmasına müsaade etmedi, hem de bu ülkeleri tarihi bir geçmişten yoksunlaştırdı. Diğer taraftan yaşanılması ertelenmiş bir uluslaşma sürecini de geciktirdi. Kabile sistemi üzerine kurulan devletler sıkça kabile savaşlarına maruz kaldı. Yönetimin kabileler arasında paylaşılamadığı dönemlerde darbeler ve iç savaşlar yaşandı. Milyonlarca insanın katledildiği bu kabile savaşları Afrika’nın makûs kaderinin köşe taşları oldu. Bazı ülkelerdeki onlarca kabilenin varlığı siyasal istikrarın önündeki en büyük engeldi. Bugün Libya, Sudan ve Somali gibi ülkelerde bunu açıkça görmekteyiz.

Kabileciliğin düzenli bir siyasal yapı oluşturma yolundaki en önemli engellerden birisi olduğu anlaşıldığında, bazı ülkeler kabile kimliğinin üstünde bir ulusal kimlik oluşturma arayışına girdiler. Farklı dil ve lehçeler kullanılsa da birbirleriyle bir şekilde akraba olan bu toplulukları ulus çatısı altında toplamanın imkânsız olmadığını kabul etmeliyiz. Ama bir siyasal kültür haline gelmiş bu düzenin değişmesi elbette ki sancılı bir süreci beraberinde getirecektir.

Bir Afrikalı kardeşimizle sohbet ederken arkadaşlardan birisi “sokakta karşılaştığım Afrikalılara nereli olduğunu sorduğumda bana biraz kızarak bakıp, cevap vermeden gidiyorlar. Neden böyle yapıyorsunuz” dedi.  Afrikalı dostumuz, “bizim orada insanlara nereli olduğunu sormak çok da hoş karşılanmaz, insanlarla ilk karşılaştığınızda onlara isimlerini sorarız.  Zira biz isim üzerinden karşımızdakinin hangi kabileye mensup olduğunu anlar ve ona göre davranırız. Siz ise şehir üzerinden hemşericilik yapmayı tercih ediyorsunuz” dedi. Kabileciliğin hayatın tam da merkezine oturduğu bir yapılanmada ulus devleti oluşturmak gerçekten çok iddialı bir politika olacaktır.

Etiyopya’da Abiy Ahmed ülkedeki eyaletleri oluşturan on kabileyi ortak bir ulus çatısı altında birleştirmek arzusu ile yola çıktı. Bu politikanın ideolojik alt yapısını oluşturan ”Medemer” adlı bir eseri de kaleme alan Ahmed ne yazık ki ülkenin en küçük ama en güçlü kabilesine söz geçiremediği için Tigraylılar ile bir iç çatışmaya girmek zorunda kaldı. Hali hazırda eski sömürgeciler tarafından da yakinen takip edilen bu çatışmada Abiy Ahmed her geçen gün daha zor günlere doğru gidiyor ve bu iç savaşta yaşananlardan dolayı uluslararası ceza mahkemesinde yargılanması talepleri bile gündeme getiriliyor.

Kimi Afrikalı düşünürler kabilecilikten ulus devlete doğru bir geçiş yapma zorunluluğunun farkında. Ancak ülkelerin ekonomik ve siyasi güçlerini ellerinde tutan kabilelerin bu sürece sıcak bakmadıklarını biliyoruz. Burada bahsedilen ulus devlet yapısı ortak tarihe ve değerlere sahip kabilelerin bir üst kimlik modeli içinde kendilerini tanımlayabilmeleridir. Afrika’da ulus olmak, kabilelerin ülkenin birlik ve beraberliği için ortak hareket edebilme yeteneğini ifade etmelidir. Esasında şu an devletler kabilecilik ile mikro milliyetçilik çıkmazını yaşamaktadır.  2018 yılına kadar yaklaşık otuz yıl Etiyopya’nın siyasi ve ekonomik gücü olan Tigraylar, yüzde altılık nüfuslarına rağmen bütün kabileleri tek başlarına yönetmeyi başardı. Bu güç onları küçük bir ulusa dönüştürmüştü. Mevcut kabile - ulus ilişkisi devlet -ulus ilişkisine dönüştürüldüğünde aslında en temel sorun çözülmüş olacak.

Afrika vaktiyle oluşturduğu siyasi, iktisadi ve kültürel yapıyı sömürgecilik döneminde kaybetti. Zihnen ve fiziken köleleştiği uzun dönemden çıkınca, kendini nasıl tanımlayacağı hususunda yine sömürgecilerin yönlendirmelerine boyun büktü. Bugün daha güçlü bir devlet yapısı için bir ulus oluşturma arayışı içinde. Bu süreç de elbette ki kendi içinde çelişkileri ve sıkıntıları beraberinde getirecektir. Sömürgeci, ulus devlet sürecine de müdahil olacak ve yeni sıkıntıların kapısını aralayacaktır. Sömürgeci zihniyetin kurduğu siyasal sistemin değişmesi elbette kolay olmayacak. Mevcut ülke sınırları bile ulus devletin en büyük çıkmazıdır. Hala vekâleten yönetilen bu ülkelerin, kendi siyasal kültürleri ve yapılarını oluşturmak için çok uzun zamana ihtiyaçları olacak. Ama ne önemi var ki önemli olan bir yerden başlamak. Afrikalının düşmanı kardeşi değil, sömürgeci zihniyetidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

ERHAN

Krallık /İmparatorluk ve Ulus Devlet Süreci
Afrika kıtasının yönetimsel olarak geçirdiği süreçlerin değerlendirildiği yazı aslında bütün idari oluşumlar için geçerlidir. Afrika'lıların Krallıklardan sonra yaşadıkları sancılı süreçleri; bakiyesi olduğumuz Osmanlı İmparatorluğunu (Halifeliğini) oluşturan ve sözde bağımsızlığını kazanan islam ülkeleri içinde söylemek mümkündür. İmparatorluktan ulus devlete geçiş sürecini belki de en az hasarla sağlamaya çalışan Türkiye'dir. Ulus tanımı konusundaki tartışmaların hala gündem de olduğu Türkiye' de de Doğu ve Güneydoğu Anadolu merkezli olarak devam eden Kürt sorununun terörize edilmesi sonucu on yıllardır ekonomik ve beşeri kaynaklarımız yok edilmektedir.
Ali beyin her Yazısında yeni bilgilere sahip oluyoruz . Bu yazı da da
-Gana İmparatorluğu'na eğitim için Avrupa'dan öğrenci geldiğini (Tarih zikredilse daha anlamlı olurdu)
-Afrikalılara nereli olduklarının sorulmasından rahatsız oldukları ve isimlerinden hangi kabileye ve şehre/bölgeye ait olduklarının bilinebileceğini vb bir kaç yeni bilgi edinmiş olduk .
Modern Devlet yapılanmasına sahip günümüz devlet yönetimlerinde dahi devlet imkanlarından faydalanmakta kabileciliğin, bölgeciliğin, ırkçılığın ve hatta mezhepçiliğin hakim olmadığı öne çıkmadığı ülke yoktur tezi çok da yanlış bir sav değildir .
Günümüz Türkiye'sinde Merkezi yönetimde Kuzeylilerin hakimiyeti diğer bölgelerin insanları tarafından yüksek sesle eleştirilmesi herkes tarafından duyulan / bilinen bir gerçektir. Bölgecilik ve ırkçılığın en bariz yansımasına son Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinde şahit olduk. Bu seçimler bize tercihlerde parti ve ideoloji seçimi yerine bölgecilik/hemşericilik ve ırk tercihlerinin daha baskın olabileceğini göstermiş oldu.
Ali beye teşekkür eder , analizlerinin devamını bekleriz.

Pa, 08/29/2021 - 13:00 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 235 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.