Monroe Doktrini’nin Yenilenme Zamanı Gelmedi mi?

15 Temmuz 2022

 

Aydınlanma çağıyla bireyi keşfeden Avrupalı, Ortaçağ paradigmasına inat yeni bir “zihniyetin” kapısını araladı. Reform ve Rönesans ile doğan, sömürgecilikle ergenliğini yaşayan, emperyalizm ile olgunluğa erişen, ABD ile tutkularını hayata geçiren bu “zihniyet”, şimdi İngiltere ile bütün dünyaya hâkimiyetini ilan etmek istiyor. Bugün Batı medeniyeti, düşüncesi veya şehveti olarak tabir ettiğimiz ve yaşamımızın hemen her alanına kanserli bir hücre gibi sirayet etmiş bu zihniyetin bir ülkesinin olmadığını, sadece dönemsel olarak bazı ülkelerde vücut bulduğunu unutmamalıyız. Altı yüz yıldır diri bedenlerde yaşam bulmuş bu zihniyet, bugün kitleselleşmek arzusuyla yeniden bir mekân değişikliği yapıyor.

Avrupa’nın hemen her ülkesinde neşvünema bulan aydınlanma düşüncesinin ekonomik ve siyasi bir güç haline gelebilmesi için, sömürgecilik sistemi geliştirildi. Yüzlerce yıl devam eden sömürgecilik döneminde, aydınlanma felsefesi, dünyanın geriye kalan bütün coğrafyasını etkisi altına aldı.  Dolayısıyla bu düşünce her ne kadar Avrupa’da çıkmış olsa da bir süre sonra herhangi bir Batı ülkesi ile özdeşleştirilemeyen evrensel bir değer haline geldi. Ancak bu paradigmanın kurucu unsurlarının Avrupalı aydınlar olduğunu ve bunun bugün dahi böylece devam ettiğini biliyoruz. O yüzden bu “ırksız ve devletsiz zihniyet” herhangi bir ülkeye bağlı kalmadan farklı coğrafyalarda kendine çok rahat yaşam alanları oluşturabiliyor.

Sömürgecilik döneminin en güçlü figürü olan İngiltere, aydınlanma çağının kendine güvenen insanını dünyanın her coğrafyasına başarıyla taşıdı. Ancak yüzlerce yıllık yaşanmışlıklar ve yıpranmışlıklar bu ülkeyi bazı sorumlulukları yerine getirebilecek güçten yoksun kıldığında, “zihniyete” önderlik edecek yeni bir ülkeye ihtiyaç duyuldu.

Her türlü zihinsel sınırlamalardan uzak, coğrafi olarak korunaklı ve bütün Avrupa ülkelerinin insanlarını bünyesinde barındıran Amerika Birleşik Devletleri bu sorumluluğu taşıyabilecek en ideal devlet olarak kabul gördü. Ancak, kendi içindeki var oluş süreçlerini henüz tamamlayabilmiş bu ülkenin, böylesine büyük bir sorumluluğu taşıyabilmesi için kendisine bir alt yapı oluşturması gerekiyordu.

ABD’nin 5. Başkanı James Monroe (1817-1825)  2 Aralık 1823 tarihinde yaptığı yıllık konuşmasında, ülkesinin güvenli bir ortamda ekonomik, siyasi ve askeri yapılanmasını tamamlamayabilmesi amacıyla, Avrupa ülkeleriyle karşılıklı olarak birbirlerinin çıkar alanlarına karışmamalarını içeren bir konuşma yaptı. Monroe Doktrini olarak adlandırılan konuşmanın ana teması; Amerika ve Avrupa’nın birbirlerinin iç işlerine müdahale etmeyeceği, Avrupa’nın Amerika kıtasındaki kolonilerine saygı duyulacağı ancak kıtadaki yeni sömürgecilik girişimlerine asla müsaade edilmeyeceği temeline dayanıyordu.

Başkan Monroe ülkesinin yükleneceği sorumlulukları yerine getirebilmesi için böylesi bir iç kapanmaya gitmek zorundaydı. Zira bir taraftan Rusya Alaska üzerinden kıtada söz sahibi olmak istiyor diğer taraftan da İngiltere ve Fransa İspanya’dan bağımsızlığını kazanan ülkeler üzerinde yeni kolonyal hedefler belirliyorlardı. Rusya’nın ABD’yi Kutsal İttifaka davet etmesi, diğer taraftan da İngiltere ve Fransa ile kıtada birlikte hareket edebilme gayreti, ABD tarafından net bir şekilde engellendi. Yeni sömürgecilik girişimlerinin neden olabileceği çatışmaların doğrudan ülkesini tehdit edeceğini düşünen Başkan, yedinci yılında yaptığı konuşmada, menfaatleri gereği uygulamak zorunda olduğu diplomatik münasebetlerini herhangi bir müttefike ihtiyaç duymaksızın gerçekleştirebileceğini ifade etti.

Başkan Monroe kendi kıtasını tehlikelerden izole ederken, ABD ekonomik ve askeri menfaatleri gereği bu süreçte kıta dışı en az yüz operasyon gerçekleştirdi. Ayrıca Avrupa içindeki çatışmalara ve Yunan bağımsızlık mücadelesine müdahil olmaktan da geri durmadı.  

Beyaz Amerikalıların tüm Kuzey Amerika kıtasına yerleşmek için ilahi olarak görevlendirildiği fikrini (Manifest Destiny) kendince yeniden yorumlayan ABD Başkanı James K. Polk, Monroe Doktrini’ni biraz daha geliştirerek, Avrupalıların ABD tarafından gerçekleştirilen toprak genişlemesine müdahale etmemesi gerektiğini ifade etti.  Böylece ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri üstünlüğünün tüm ülkelerin üzerinde olması gerektiği fikri (Manifest Destiny) bir devlet politikası olarak gündeme geldi.

1904 yılına gelindiğinde Başkan Theodore Roosevelt ABD’nin kendi kıtasındaki polis rolünü ve Latin Amerika ülkelerinin iç işlerine karışabilme hakkını öne sürdü. Monroe içe kapalı bir güvenlik yapılanmasını öngörürken, Roosevelt ABD’nin müdahaleci rolünün önünü açmış oldu. Roosevelt Doktrini sonucunda 1904’de Santo Domingo’ya, 1911’de Nikaragua’ya ve 1915’te Haiti’ye deniz piyadeleri gönderildi.  Birinci Dünya Savaşına kadar devam eden Monroe Doktrini bu aşamadan sonra yerini daha idealist bir ABD dış politikasına bıraktı.

ABD dış politikasının kademeli olarak kendi inançları ve idealleri uğruna her geçen gün daha saldırgan hale gelmesi, eş zamanlı olarak İngiltere’nin kendi içinde bir yalnızlık politikası izlemesine neden oldu. Hatta İngiltere Avrupa Birliği’ne girecek kadar uluslararası politikadan izole olmayı başardı. Böylece yaklaşık yüz yıllık bir geçiş döneminden sonra ABD kendisine tevdi edilen sorumluluğu I. Dünya Savaşıyla birlikte yüklenmiş oldu.

Dünyanın çok farklı coğrafyalarındaki insanlar kitlesel bir medeniyetin parçası olurken, uluslararası politikada bir şeyleri hayata geçirebilmek eskisinden daha kolay hale geldi. Egemen güçlerin amacı bütün dünyaya coğrafi olarak hükmetmek değil, bütün insanları aynı medeniyet değerinin bir parçası haline getirebilmektir.

Yüksek kitlesel yıkımlara ve dönüşümlere sebep olabilecek dijital dünyanın araçları bundan böyle sahip olunan gücün korunması için sıcak çatışmalara olan ihtiyacı ortadan kaldırdı. Devletlerüstü ırksız Batı zihniyeti bundan böyle daha sofistike yöntemleri kullanmak suretiyle amaçlarına ulaşmayı hedeflemekte. ABD yüz yıllık bir hazırlık sürecinden sonraki yüz yıllık sorumluluk döneminde uluslararası alanda gereğinden fazla yoruldu ve yıprandı. Batı medeniyetinin bundan böyle daha demokrat, yumuşak ve insani değerler ile hareket etmesi gerekiyor. Zira dün düşman olarak addedilen topluluklar, bugün bu medeniyetin bir parçası olma hususunda gereğinden fazla istekli hale geldi. Böylece efendinin aklıselim bir düzenleyici olarak kabul görmesi yeni dönemin temel politikası oldu.  Bu yüzden sıcak çatışmalar, savaşlar ve gözyaşlarıyla anılmaya başlayan ABD’nin yeniden kıta içine kapanması ve yumuşak güç kullanan İngiltere’nin daha aktif hale gelmesi gerekiyor.

Soft ve sofistike yöntemlerin uygulanmasındaki yüzlerce yıllık tecrübesinden hiçbir şey kaybetmeyen İngiltere, Ukrayna savaşıyla birlikte uluslararası politikadaki etkinliğini net olarak ortaya koymuş oldu. İngiltere yaklaşık yüz yıllık bir dinlenmenin akabinde uluslararası alanda kendini yeniden gösterirken, ABD’nin yeni bir Monroe Doktrini’ne geçiş yapması kaçınılmaz gibi görünüyor.

Peki, bu nasıl olacak? ABD siyaseti hali hazırda 70-80 yaş ortalamasındaki siyasetçiler tarafından yönetilmekte. Bunun altındaki orta yaş grubunda çok parlak siyasetçiler göremiyoruz. Buna karşılık 30-40 yaş ortalamasındaki Latin kökenli siyasetçilerin şimdiden ülke siyasetindeki etkinlikleri dikkat çekiyor. Dün Monroe Doktrini ile Latin Amerika’yı da koruması altına alan ABD, muhtemelen gelecek dönemlerde Latin Amerikalıların etkisine girmiş olacak. Mutlak olarak Avrupa kökenli olmayan Barack Obama’dan sonra belki de ABD’de yeni bir dönem başlamış olacak. Eyaletler arasındaki anlaşmazlıkların ülkenin kurucu ilkelerinde ortaya çıkaracağı sorunları da düşündüğümüzde, esasında önümüzdeki on beş yıl içinde bir ABD Başkanının yıllık konuşmasında yeni bir yalnızlık politikasının çerçevesini çizmiş olacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Ortadoğu, Uzakdoğu ve Orta Asya merkezli yeni politik açılımların yapılacağı uluslararası sistemde eski İngiliz sömürgeleri ve etki alanları daha aktif olarak gündeme gelecektir. Bugün birçok politik yapılanma bu bekleyiş üzerine şekillenmeye başladı. Yüz yıl öncesinin oyun kartları bugün yeniden karılıp dağıtılmaya başlandı, bakalım kimin eline hangi kâğıtlar geçecek. Masayı yöneten usta kumarbazın kime hangi kartları verebilecek kadar yetenekli olduğunu masadakiler bilse de herkes bu hileli kartları kabullenmek zorunda kalacak.

Bunca yıllık bir idealin kesintisiz sürdürülebilirliği elbette ki şeytani bir aklı da beraberinde getirmektedir. Lakin kılavuz kim olursa olsun bu devasa zihniyetin kendi içinde dönemsel çekişmeler veya anlaşmazlıklarının olduğunu da kabul etmek lazım. Son kertedeki hedefler anlamında bir farklılık yaşanmasa da bu amaçlara ulaşmak hususundaki yöntem farklılıkları Batı medeniyetinde çatlak seslerin yükselmesine neden olmakta.

Yeni Monroe Doktrini de böylesi bir çekişmenin içinde tasarlanmaya çalışılıyor. Bir ipte iki cambazın yürümesinin zorluğu ABD’ye böylesi bir dinlenmeyi reva görecek gibi. Ancak her şeye rağmen ABD kendi kıtası başta olmak üzere ekonomik çıkarlarının olduğu yerlerdeki varlığını koruyacak, sadece askeri ve siyasi güç olarak geri çekilecektir.

 

 

 

 

 

Erhan

Yazar Ali bey
Çok ciddi emekler vererek dünyada olup bitenleri tasarlamaya çalışan üst akıl ile ilgili tarihsel analiz yapmış .
Ben faydalandım , umarım konuya ilgi duyan başkaları da faydalanırlar.
Kendisine teşekkür eder , çalışmalarının devamını dileriz.

Ct, 07/16/2022 - 12:54 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 280 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.