Pîr-i Türkistan ve Tasavvuf Edebiyatımız

14 Kasım 2016

 

 

Pîr-i Türkistan kimdir?

 

Pîr-i Türkistan;

Yol inşa eden kurucu bir muhakkik… Yeseviliğin bânisi.

Türkistan toprağını Muhammedî muhabbetle yoğuran bir ermiş…

Sözü kelama tebdil eden bir ârif…

İnsan toprağına işleyen bir bahçıvan…

İnsandaki cevheri ortaya çıkaran bir kimyâger.

İnsana, hikmetleri, ilim halkası ve sohbetleriyle ruh üfleyen bir muallim…

Yusuf-ı Hemedânî’den tedris ettiği Hanefi Fıkhını, usûl ve esasını öğreten, Asya steplerini mektep ve medreseye çeviren bir müderris, bir fakih…

 

Bir Not: Hikmet Geleneğinde Hanefî İzi

Fıkıh, hukuk demektir… Hukuksuz hayat anarşidir, kaostur. Hukuksuz düşünce olmaz, düzen kurulmaz.

Şöyle kaydediliyor Divân-ı Hikmet’te:

Her kim eylese tarikatın davasını

İlk adımı şeriata koymak gerek

Şeriatın işlerini tamam eyleyip

Ondan sonra bu davayı kılmak gerekir

Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî’nin, Türk illerinde İslam’ı ve özellikle Hanefiliği neşrettiği söylenir. Yesevî’nin Hanefî Fıkhını Yusuf-ı Hemedânî’den tahsil ettiği de zikredilmektedir.

Bu genel ifadelerin içini dolduracak temel bilgilerden mahrumuz. Cevâhirü’l-ebrâr’da anlatılan hadiseler, Nesabnâme ve Risâle’de nakledilen bilgiler, Divân-ı Hikmet’en okuduğumuz hikmetler, Fakrnâme’deki ahlâki telkinler, doğrudan doğruya Hanefiliği ve İmâm-ı A’zam’ı konu edinmedikleri gibi, Pîr-i Türkistan’ın fakih kimliğini tebellür ettirecek malzeme sunmaz. Ancak hikmetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Ahmet Yesevî’nin şeriat ile tarikatı telif ettiği, Kur’an ahkâmını ve Hadislerdeki hikmeti dile getirdiği görülecektir. 

“Bismillah’la başlayarak hikmet söyleyip tâliplere inci cevher saçtım” diyerek söze başlayan Ahmet Yesevî, Münâcaat’ında, hikmetlerinin ana kaynağının Kur’an ve Hadis olduğuna işaret eder:

Mini hikmetlerim kân-ı hadîsdür

Kişi bûy etmese bilgil habîsdür

“Benim hikmetlerim kân-ı hadistir; kişi nasip almaz ise, bil habistir.” demekte ve şöyle devam etmektedir:

Mini hikmetlerim fermân-ı sübhân

Okup oksang heme ma’nî-i Kur’an

“Benim hikmetlerim fermân-ı Sübhân; okuyup anlasan, mâna-yı Kur’an” demektedir.

Sünnete bağlılığını sıkça dile getiren Ahmet  Yesevî’nin hikmetlerinde Hanefî izleri ve İmam-ı A’zam’ın sözlerinin tesirini metinler arasılıkla tetkik etmek, ilginç sonuçlara ulaştıracaktır. Fakat biz sevâd-ı azama ittiba ederek, Yusuf-ı Hemedânî’nin talebesi Ahmet Yesevî’nin, İmâm-ı A’zam’ın doğrudan hikmetlerde adını ve mezhebini zikretmese de kültür çekirdeği olarak oluşturduğu geleneği Asya’nın steplerinde neşreden bir öncü şahsiyet olduğuna kaniyiz.

Ahmet Yesevî’nin hikmetleri, doğrudan doğruya İmam-ı A’zam’dan söz etmese de Hanefiliğin fikri zemininden ve usulünden demlendiği aşikârdır.

Başa dönelim; Pîr-i Türkistan kimdir, diye sormuş, cevaplar aramıştık… Evet, Pîr-i Türkistan, Defter-i Sânî’yi okuyan, hakikati dile getiren… Türk dilini hakikat dili haline getiren büyük bir bilge… Hakîm.

Şöyle diyor:

Hoş görmemekte âlimler sizin dediğiniz Türkçe’yi

Âriflerden işitsen açar gönül ülkesini

Âyet hadîs anlamı Türkçe olsa uygundur,

Anlamına yetenler yere koyar börkünü…

 

Kadı, müftü, mollalar şeriatın yolunu

Ârif âşık almıştır tarikatın arkını

Amel işleyen âlimler dinimizin çırağı,

Burak biner mahşerde eğri koyar börkünü…

 

Amel eylese âlimler dinin ve ayın aydınlığı

Görse olur onların görkü yüzünün rengi…

Amel işlemeyip “zahir” ilmini bilmeyip kalanlar,

Arkasına yükler kırk eşeğin yükünü

 

Hocayım deyip laf vurma bu dünya dayanıksız

Biliyorum diye söylemesin gönüldeki çirkini

Yol göstericidir Hoca Ahmed karfetin gülistanı

Sözler sözü gerçek açar gönül ülkesi…

 

Miskin, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmet,

Farsça dilini bilerek güzel söylemektedir Türkçe’yi…

 

Farsça, Arapça biliyor; ama Türkçe söylüyor… Bu söyleyiş, Türkçeyi hakikat dili haline getiriyor.

 

Hakîkat ve Hikmet

 

Hakikat: Esas, öz, gerçek… İnsana kendi esasını, özünü, gerçeğini bilmeli.

Bize, kendi lisanımızla, bu “bilme” faaliyetinde örnek olan bir rehber var: Pîr-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî.

O, şiirlerine hikmet dedi.

Hikmet, insanın yaratılışıyla ilgili sırrı… Neliği, niceliği. İnsanın manası. Bunları dile getiren şiirler…

Ahmet Yesevi, bize, kendi hakikatimizi, manamızı anlamayı salık veren bir hakîm, bir mürşittir.

Şöyle diyor:

Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip

Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte.

Riyâzetli sıkı çekip, kanlar yutup

İkinci defter sözlerin açtım ben işte

Defter-i sâni, insanın kendi hakikatidir… O hakikate bakarak hikmetini söyledi.

Demek ki, insan hakikatine, kendi hikmetine riyazetle ulaşıyor… Riyazet, az yemek, az uyumak ve az konuşmak diye tasnif edilmiş. Modern zamanlarda riyazet, sağlıklı ve helal yemek, zamanında ve yeterli uyumak, öfkeyi yenerek nezâhati lisan ile konuşmak olarak anlaşılacak… Haşim’İn ifadesiyle, riyazet, Müslüman saatine dönüş olarak algılanacak.

 

Tasavvuf Edebiyatımız

 

Yesevî dervişleri, Horasan Erenleri bu manayı, hikmetleri Andolu’ya taşıdı… Hakikat, Batı Türkçesiyle de dile geldi.

Hakikat dilini Batı Türkçesiyle yeniden ifade eden, Yunus Emre olmuştur. Yunus, dilimizi hakikatin dili olarak yeniden inşa etti.

 

 

Tasavvuf edebiyatımız, şekil ve dil bakımından iki ayrı ırmakta seyretti:

  1. Yesevî’nin hikmetleri, ilahî oldu Yunus’un ve muakıblerinin yolunu açtı… Buna edebiyat bilimcileri, Tekke şiiri, dini tasavvufi Türk şiiri vs diyorlar. Bu irfanî şiirdir.
  2. Ebû Said Ebu’l-Hayr ve Attar gibi sufişairlerin meşrebinde gidenler… Bunu Mevlana ve muakıbleri yol verdi. Divan şiirinin estetik değeriyle söz söyleyen klasik şairimiz, bu yolda güzel ve seçkin eserler telif etti; gazeller, kasideler ve mesnevîler yazdı.

Her iki şiir ırmağı da manasını insanın hakikatinden aldı… Hikmetten beslendi.

Hatırlayalım; tasavvuf ne idi? Pek çok tanımı var… Şiir penceresinden bakınca şu tanımı yapabiliriz.

Tasavvuf, insanı mutlak hakikatlerle yüzleştirerek kâinattaki umumi ahengin derin sırlarını ruhlara duyuran bir sistemin adıdır.

İnsanın kendine bakma sanatı… Şeyh Galib’in,

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin se

Merdâme-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

derken işaret ettiği hakikat budur.

Tasavvuf, bu anlamda irfanımızı besleyen bir sistem… Varlık, bilgi ve ahlak anlayışımızı tezyin eden bir hazine.

Bu yüzden, Osmanlı’nın en profan şairi, şiir tarihimizin “yaramaz çocuğu” Nedim bile,

Belî söz bilmezüz ammâ biraz irfânımız vardur”

diyor.

Bu irfânı, modern zamanlarda kaybetmişiz… Mehmet Âkif buna dikkat çekiyor:

Nedir mi? Anlatayım: Sizde olmayan irfân

Biraz hayâ edin, öyle ise şaklabanlıktan.

Benim, tasavvufi şiir tabiri yerine irfani şiir demem, tasavvuf bir ilimdir, bir sistemdir, hâl yani tecrübedir… Şiir ilimden, sistemden ve tecrübeden yararlanacak. Ama o şiirin adı, irfan olacak. Halk, irfanı bu kelam ile tanıyıp uygulayacak.

İrfan nedir? İrfan, tasavvuf ilminin öğrettiklerini tecrübe etmem… Uygulamam. Hale tebdil etmem.

Bir örnek verelim:

Herkesin ayıbından çekip de dili

Kendi ayıbını bilmek irfân dediler (Yozgatlı Hüznî)

Kendine dön, kendini bil… Dilini, gönlünü başkalarının kusurundan, taşradan çek.

Bu ilke, Nakşi gelenekte şöyle sistemleşmiş: Nazar-ber-kadem… Kendi gidişatına bir bak!

 

Şu halde, tasavvuf, insanın kendi gidişatına bakması sanatıdır… Dur, kendine bak!

Kendine bakan derviş, kendi manasını müdrik olacaktır… Zaten hikmet de budur. Kaygusuz Abdal, bu anlamda insanı şöyle tanımlamış:

Bu âdem dedikleri

El ayakla baş değil

Âdem mânâya derler

Sûret ile kaş değil

 

Yunus da insanın, sadece tenden ibaret olmadığını, içinde bir şehir barındırdığını… Gönül şehrini daima dile getirir. Bir yerde şöyle der:

Cân ulu bir kimsedür

Beden onun aletidür

 

Yine bir başka yerde,

Ete kemiğe büründüm

Yunus diye göründüm

demekte…

Kânî ise, işi biraz daha ileri götürerek şunu söyleyecektir:

Fark etmeyen insan ne demek olduğun eyvâh

Hayvân gelecektir yine hayvân gidecektir

 

Tasavvuf, insan kitabını okuma sanatı… İrfani şiir, bu sanatın şifrelerini sunuyor. Bu yolda, insan, evvela kendi kitabını okuyor. Bu okumayla kemâle eriyor…

Şair diyor ki:

Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olma

Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz (Tâlib)

İnsan kitabı, eksiktir… Zıtları buluşturur. Kemâl, nisyan ve ülfet arasında, bir denge kurma çabasıdır.

Divân-ı Hikmet’de yaş-nâme olarak söylenen hikmetler, bir şairin otobiyografisi olarak sunuluyor… Oradan tarihi gerçeklik inşa ediliyor. Hayır, bu hikmetler, eksikliğini tamamlama çabasında olan bir hakikat yolcusunun güncesidir… Hangi duraklarda durmuş neler yapmış? Manaya nasıl ermiş? Bu açıdan bakmak; bunları, kemâl yolcusunun seyir defteri olarak bunları görmek lazımdır. Mesela bir yerde şunu söylüyor:

İnnâ fetehnâ okuyup anlam sordum

Işık saldı, kendimden geçip cemâl gördüm;

Hocam vurup, sus dedi, bakıp durdum;

Yaşımı saçıp, çâresiz olup durdum ben işte.

 

Fetihler, manevi fütuhat olmuş… Yolun başında. Mürşidi, “sus” diyor.

Dün mektebe gelip bugün müderris olayım” diyenlerden olma…

Devamında şunu telkin ediyor:

“Ey nâdan, mânâyı bul” diye söyledi, bildim;

Ondan sonra çöller gezip Hakk’ı sordum;

Nasip etti, şeytanı tutup bindim;

Kararlı olup, belini basıp ezdim ben işte.

Nâdân, kendine yabancı olan… Kendi hakikatini bilmeyen… Sen diyor, evvela kendi hakikatini, mananı bul.

Bulmak, olmaktır… Bu bir süreç işidir.

Hemen bilip konuşmak değil, bulup konuşmak lazım.

Manayı buldum, çölleri, Asya’nın steplerini gezdim diyor… Öyle ki, beni kalb-i selimden uzaklaştıracak Şeytanı bile at edindim.

Mesele budur: Bilgi obezi olmak değil… Olmak için yola düşmek lazım. Çok söz değil, az ve hikmetli olanı söylemek lazım.

 

Başa dönmek

Daireyi tamamlamak, sözü kemâle erdirmek gerek… Ne demiştik? Kıvâm-ı dünya dört nesnedir. İşte oradaki hikmet, asırlar boyunca bizim milletimizi besleyen düşünce, Pir-i Türkistan’ın Fıkhı riyazetle buluşturarak erdiği hikmet geleneği yani tasavvuf olmuştur… Hikmet, hukukla, düşünce ve şiirle buluşarak tasavvurlarımızı tezyin etmiş.

 Pîr-i Türkistan, hemşehrisi “muallim-i sâni” olarak anılan Farâbî’nin, Mehneli Ebû Sâid’in, İmâm Mâturîdî’nin, İmam Buhârî’nin ve İbn. Sînâ’nın işlediği topraklarda hakikat arayışına çıktı… Bir derviş ve fakihtir. Ancak, onun bu âlim ve mütefekkirlerden yararlandığı da aşikardır. Bu sebepten hikmetlerin, hadis ilmi açısından çok zengin olduğunu, itikad itibariyle ehl-i sünnet penceresinden hayata baktığını, sağlam bir mantığa sahip olduğunu söylemek isterim. Bu bakış, bu fikri tekâmül sadece sufilik açısından değil, şiir ve estetik açısından da bizi beslemiştir.

Bu bakımdan, Yesevî’den mülhem tasavvufun Türk edebiyatına iki şekilde etkisinden söz edilmektedir:

  1. Dîvân şiirine etkisi: Tasavvuf, vezin, şekil ve muhteva itibarıyla İslâm kültür coğrafyasının bir eseri olan, özellikle XVI. ve XVII. yüzyıllarda gerçek anlamda hüviyetini kazanan Dîvân şiirine etki etmiştir. Tasavvufun Dîvân şiirine etkisi, şâirin düşünce dünyasını geliştirmesinin yanında,  tasavvufî mesnevîler, menâkıb-nâme ve tezkiretü’l-evliyâ gibi türlerin doğmasına sebebiyet verecek derecede önemli olmuştur.
  2. Halk şiirine etkisi: Bu etki, Ahmed Yesevî’nin başlattığı ve Yesevî dervişlerinin geliştirip yaydığı hikmet geleneğinde gözlenmektedir. Hikmet geleneği, halk dili, hece vezni ve millî formlara bağlı, tasavvuf edebiyatı yahut tekke edebiyatı adıyla bilinen, yeni bir şiir anlayışının doğmasına imkân vermiştir. Bu şiirde ele alınan konular, Acem kültürünün tesiri görülen şiirlerden ayrı değildir; fakat gerek dil ve ifadede, gerekse üslûb ve vezinde tamamıyla farklı ve orijinaldir. Başka bir ifade ile tasavvufî düşüncelerini Acem etkisiyle Farsça yazan büyük şâir Mevlânâ (1207-1273) ile Türkçe ve hikmet geleneği etkisine bağlı olan Yunus Emre‘nin (1250-1320) şiirlerindeki ahlâkî öğreti ve felsefe aynıdır; dil, eda, vezin ve şekil farklıdır.

 

Netice-i kelâm

Netice olarak, Divân-ı Hikmet, hakîkati müdrik bir kâmilin hikmetleri… Nutk-ı şerîfleri.  Bu hikmetler, ta başından bu yana insan ağacını aşılayarak ehlileştirme görevini ifa etti.

Şehirli, medeni yetkin insan olmak bu aşılanma amelesiyle doğrudan alakalı… İnsan ağacı, sözle ve sohbetle kulaktan aşılanır. Musiki, sözü kulağa ulaştıran iksirdir. Bu itibarla da asırlardır, farklı makamlarla işlenerek bu hikmetler, bizde ilahi, gülbank, münacaat, tevhid, na’at veya şarkı ve türkü olmuş ve insanımızı aşılamıştır.

 

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 273 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.