Suriyeli Öğrenciler, Sistemik Sorunlar veya Sorumlu Vatandaş Pozu!

24 Temmuz 2021

 

 

Lost in Europe adlı data analiz grubunun Avrupa'daki resmi dairelerden aldığı rakamlara göre Avrupa’da 2018-2020 yılları arasında devlet koruması altında olan 18 bin 292 sığınmacı çocuk kaybolmuş. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) 2016 yılındaki 2136 sayılı kararında Avrupa’da 10 bin göçmen çocuğun kaybolduğu dile getirilmişti. 2020 yılında yine AKPM tarafından açıklanan 2324 sayılı kararda kayıp ve ölü çocuklara ilişkin resmi açıklamalara değinmekte ve eldeki verinin buzdağının ucu olduğunu ifade etmekte. Fiili kayıplara ilişkin veriler şüphesiz çok çarpıcı. Hem sayının büyüklüğü hem de kayıpların yaşandığı coğrafya, sığınmacılar için dünyanın nasıl da tekinsiz bir yer olduğunu apaçık gösteriyor. Çarpıcılık burada bitmiyor maalesef. Kaybolmayan, her hangi bir karanlık eylemin (organ mafyası,  fuhuş vs.) muhatabı olmayan sığınmacıların bir tür sessizlik anaforunda hayat sürdürüyor olmaları da çok çarpıcı. Gündelik hayatın işleyişinde çarpıcı, sarsıcı olayların mevcudiyeti çoğunlukla rutinin bağrındaki sıradışılıkla yüzleşmemizi engelleyen, dolayısıyla rutinin devamlılığına yol veren bir duruma sebep oluyor. Anlam haritası işlevsizleşmiş, güven verici kimlik düşüncesi/algısı parçalanmış, ilişki ve beklenti sistematiği çökmüş sığınmacıların bizatihi varlıkları günümüz dünyasının en önemli, öncelikli sorunlarından birisi. Bu önemli ve öncelikli sorunu çarpan etkisiyle büyüten diğer bir husus ise on milyonları aşan bu nüfusun anlamlı bir politik okumanın ve müdahalenin konusu edil(e)memiş olmasıdır. Sınırlarımızdan içeri girdikten sonra toplumsal hayatımızın kuytularına sığınarak görünmez olmayı seçiyor olmalarını, durumlarının getirdiği maliyetli bir zorunluluk olarak görmek yerine durumu kontrolümüzde işleyen sofistike bir uyum politikası zannediyoruz. Sorunu görmek, yüzleşmek ve anlamlı bir çözüm için arayış içinde olmak başka bir şey, sorunu bir tür sessizliğe, görünmezliğe, bilinmezliğe terk ederek mevcudu sürdürmek bambaşka bir şey.

Bu sorunun toplumsal hayatımızın tüm alanlarını ilgilendiren boyutları var. Kısaca eğitim alanındaki izdüşümlerini Suriyeli sığınmacılar üzerinden paylaşmak istiyorum. Bu paylaşımı salgının gölgesinde geçirdiğimiz eğitim-öğretim sezonunda yürüttüğümüz faaliyetlerinin hem kapsayıcılığını hem de verimliliğini göstermesi açısından da önemli görüyorum. 23 Haziran 2021 tarihli resmi verilere Türkiye’de geçici koruma altındaki kayıtlı Suriyeli sayısı 3 milyon 684 bin 412 kişi. Kayıt altında olmayanları da hesaba kattığımızda sayının 4 milyonun üzerinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kayıt altındaki insanların 1 milyon 746 bin 253’ünü 0-18 yaş aralığında bulunan çocuklar (%47,4) oluşturuyor. Mülteciler Derneği’nin paylaştığı istatistiklere göre ülkemizde aşağı yukarı okul öncesinden ortaöğretime kadar eğitim sistemi içinde olması gereken 5-18 yaş aralığındaki Suriyeli sığınmacı sayısı 1 milyon 242 bin 379 kişi. MEB 30 Haziran 2020 tarihi itibariyle Okulöncesinde 35 bin 553, ilkokulda 338 bin 807, Ortaokulda 222 bin 703 ve Lisede 89 bin 518 öğrencinin eğitim gördüğüne ilişkin veri paylaşmıştı. Dolayısıyla yüz yüze eğitim sürecinde 686 binin üzerinde öğrencinin sisteme erişimi sağlanmış bulunmaktaydı. Okul öncesinin zorunlu olmadığı dikkate alındığında zorunlu eğitim çağında olup sisteme dahil edilen öğrenci oranının % 60’ların üzerinde olduğu görülüyor. Okul öncesinde ve ortaöğretimdeki düşüklük dikkat çekici olmakla birlikte ilkokul ve ortaokuldaki öğrenci sayısı azımsanmayacak düzeyde.

Ancak bu noktada bizi iki önemli soru bekliyor. Birincisi, bilindiği üzere mevcut eğitim sistemimiz ülkemiz içindeki vatandaşlara göre ve bu vatandaşlar için tasarlanmış olduğu gerçeğidir. Kendi vatandaşlarında bile başarı grafiği son derece düşük olan bir yapının sistemik bir değişiklik geçirmeden bambaşka yerlerden, bambaşka hikayelerle gelen bu insanlara neyi nasıl vereceği hususudur. Aynı şekilde eğitim-öğretim pratiğinin bütüncül bir ekosistem olduğu dikkate alındığında Türkiye’deki öğrencileri eğitmek üzere formasyondan geçirilmiş eğitimcilerin ek bir pedagojik formasyon almadan (bu ek pedagojik formasyonun varlığı da nereden alınacağı da meçhul) dışardan gelen bu öğrencileri üstelik Türkiye’deki öğrencilerle birlikte eğitmeleri en azından pedagojik açıdan izaha muhtaç. Yine bununla bağlantılı olarak sistemin dengesini yapıbozuma uğratacak bunca girdiye rağmen eğitim-öğretim sürecimizde ne içerik ne materyal ne de yaklaşım herhangi bir değişim geçirmedi. Dolayısıyla bizim için tasarlanan ve amaçladıklarını gerçekleştirme becerisi şüpheli bir yapı bambaşka bir durumda hiçbir değişim, güncelleme ihtiyacı hissedilmeden uygulanmaya devam ediyor.

İkincisi ise çok daha çarpıcı. Bilindiği üzere yüz yüze eğitimi askıya alan salgın sürecini yaşamak zorunda kaldık. Eğitimin niteliğini tartışacağımız noktada eğitime erişim ile ilgili bir tartışma yürütmek zorunda kaldık. Eğitim-öğretim tartışmalarımız kendi vatandaşlarımızın önemli bir kısmının eğitime erişemediğini gösteriyor. Tam bu noktada Suriyeli sığınmacılar için kriz içinde kriz sayılması gereken salgın sürecinin çocukların eğitim-öğretim hayatlarına nasıl etki ettiği ciddiyetle ele alınmalıdır. Ciddiyetle ele alınması gereken konu kamusal bir sessizliğin refakatinde geçiştirilirken bir kaç hususa değinmek gerekiyor. En önemlisi insana dair meselelerin teknik-mekanik bir şekilde ele alınmaması gerçeği ve gerekliliğidir. İnsana dair meseleler doğrudan ve dolaylı etkileriyle sadece bugüne etki etmiyorlar. Aynı zamanda karşılık buldukları muameleler üzerinden yarınlarımızı etkiliyorlar, belirliyorlar. Bu öğrencilerin eğitim-öğretime erişim düzeylerinin ne olduğunu istatistiki olarak bilmiyoruz ancak çok çok düşük olduğunu söylemek durumundayız.

Salgın yukarıda da vurgulandığı üzere zaten kırılgan olan hayatlarını iyice kırılgan hale getirdi ve eğitim-öğretimi bir tür bürokratik fanteziye indirgeyerek anlamsızlaştırdı. Tüm yaşanmışlığa eklemlenen salgın belirsizliği kesifleştirdi, ekonomik imkânsızlıkları şiddetlendirdi ve doğası gereği içe doğru büzüşmeye meyyal ilişki ve iletişimi alabildiğine daralttı. Tabiri caizse zaten yalıtılmış olan bu insanlar iyice izole hale geldiler. Bu şartlar içinde Suriyeli öğrencilerimizin kaç tanesinde bilgisayar, tablet vardı, hangisinin evinde internet bağlantısı vardı, hangisinin velisiyle iletişim kurulabilecek araç ve imkân vardı, bilmiyoruz. Etkin katılımları için ne yapıldığını bilmediğimiz gibi. Tüm sığınmacı çocukların etkin katılım gösterdiklerini düşündüğümüzde bile bizi çok daha büyük bir sorunun beklediğini fark edemediğimiz gibi.

Son LGS’de 97 Türkiye birincisinin içinde Suriyeli Diyar Safo’nun da olduğu açıklanmıştı hatırlanacağı üzere. Bu başarının haklı olarak basında da altı çok çizildi. Emeğe, gayrete, azme, başarıya vurgu yapıldı. Şüphesiz ki bu başarı her türlü takdirin ötesinde. Ancak bu başarı sayıları milyonları bulan Suriyeli sığınmacının sessizlikle geçiştirilen durumlarına karartma uygulamak için kullanılmamalı. Sosyolog Beck’in ifadesiyle “biyografik hikayelerle sistemik sorunlar çözülemez.” Salgın zaten bir anlamda sessiz, dilsiz ve görünmez olan sığınmacıları iyice sessizleştirmiş, dilsizleştirmiş ve görünmez kılmıştır. Ne mülteciliğin doğası, ne anlamlı bir uyum, entegrasyon politikası, ne zorlu ekonomik gerçeklik, ne travmatik psiko-sosyal vaziyet ne de tüm bunların yol vereceği gelecek bizi sarsıyor. Eğitim-öğretim hayatlarının bizi ve bizim biricik rutinimizi sarsamaması gibi. Bu açıdan bakınca 18 bin 292 çocuğun trajik kaybı veya Diyar Safo’nun takdir edilesi başarısı karşısında gösterdiğimiz hassasiyet, sorumlu vatandaş pozundan öte bir anlam taşımıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 128 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.