Tarihin Sonu ve Son Müslüman

23 Nisan 2024

Gazze, “tarihin sonu” olmayabilir ama Hegel’in ve Fukayama’nın bahsettiği TARİHİN SONU, tam anlamıyla Batı için gerçek olabilir. 

Bu yazıda, Hegel'in tarih felsefesi, Batı Hristiyanlığı için Tarihin Sonu tezi, Fukuyama'nın bu tezi nasıl geliştirdiği ve İslam dünyasının bu tartışmalardaki yeri üzerine bir analiz denemesi sunulacaktır.

Soğuk Savaş yıllarının bittiği kabul  edilen, ABD’nin Sovyetlere karşı zaferi, Doğu Avrupa'da sosyalist rejimlerin düşmesi, Almanya’nın birleşmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Varşova Paktı’nın feshedilmesi ile öne çıkan 90’lı yıllarda, Batı akademyasında ve sosyo-politik literatüründeki hava, “Batı’nın Üstünlüğü” inancıyla özetlenebilir. 

1993’te Batı’da yayınlanan ve ilgi gören “Post-Kapitalist Toplum” adlı bir kitapta şöyle bir iddiası vardı yazarı Avusturyalı meşhur sosyalist Peter Drucker’ın: 

Gelecek, ‘post-Western’ (Batılı-ötesi) olabilir;  ‘anti-Western’ (Batılı karşıtı) olabilir.  Ama ‘non-Western’ (Batılı-olmayan) olamaz. Bütün medeniyet , her alanda, ‘Batılı’ olanın üzerine kurulu olmak zorundadır” 

Bu sözleri okuduğumda irkilmiştim. O kitap çıktığında, yani 1993’te, Mısır’da geçirdiğim bir yıldan sonra çıkıp gittiğim ve yaklaşık 7 sene kalacağım İngiltere’de doktoraya yeni başlamıştım. Türkiye’de İmam-Hatip lisesi ve İlahiyat okumuş bir arkaplandan dünyayı okumaya, pek çok şeyi o coğrafyada Londra hattında anlamaya çalışıyordum. Drucker’ın bu kitabından bir sene önce Fukayama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabı çıkmış ve onu okuduğumda da iddia ettiği ‘megalotimia’ (kısaca ‘Batı üstünlüğünün kabul edilmesi’nin kaçınılmaz olduğu) görüşündeki meydan okuma beni rahatsız etmiş, daha o günden itibaren kendimi bir “paradigma savaşı-cihadı”nın içinde bulmuştum. İşte bugün, 30 yıl sonra hala “Tarihin Sonu” iddiasıyla yürüyen bu ‘savaş’ın içinde olduğumuza inanıyorum.

Image

Müslüman Gazze’nin hakkının gayri müslim Güney Afrika’nın ‘vicdanlı’larınca gayri müslim Batı’nın Adalet Divanı’nda arandığı bir çağda, Tarihin Sonu tartışmasıyla ilgili bir yazıya, Maverdi’nin “Edebü’d-Dünya ve’d-Din” ya da çağımızdan S H. Nasr’ın “İslam’ın Kalbi” kitabından, ya da Sezai Karakoç’un “İnsanlığın Diriliş”inden ya da Raşit Küçük’ün Sevgi Medeniyet’inden bir alıntıyla değil de, Batılı bir yazarla Drucker’la giriş yapmış olmam her halde mazur karşılanmalıdır. 

Dünyada, coğrafyamızda, bölgemizde, ülkemizde ve şehirlerimizde siyasetten kültüre bir çok şeyler oluyor. Bunlar olurken ‘Tarihin Sonu ve Son Müslüman’ başlıklı böyle bir konu ne kadar bize lazım, yaşadığımız gerçeklikle ne kadar alakalı? Hemen kanatimi söyleyeyim. Aslında neredeyse birinci meselemiz bu. Bu konu insanın kendisini ve ötekini, varlığın neresinde konumlandırdığıyla ilgili bir tartışma. Birileri tartışıyor zaten. Bize atıyorlar konuyu. Biz sonradan ele almak zorunda kalıyoruz ya da gözümüzü kapıyoruz. 

Benim konuyla ilgim, yani biz tarihin nersindeyiz sorusuyla ilgim, Kuran’ın ‘Üst İnsan-kâmil insan’ / Mümin (yani ‘Güvenilir İnsan’) tanımıyla bilinçli olarak yüzleştiğim zamanlarda başladı. Kuran’ın Üst İnsan’ı, (Nietsche’nin ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ündeki ‘Übermensch’ gibi) üstünlük iddiasında olan bir insan değildir. Mümini, ‘üst insan’ yapan şey aslında ‘örnek erdemlilik’ manasında ‘Vasat ve Sıradan’ (ümmeten vasata) ama bazı yükseltilmiş değerlere sahip olmasıdır. Ahsen-i Takvim olmaktır, ‘muhsinler’den olmaktır. ‘Ete kemiğe bürünüp efendisinde görünen’ ya da ‘çarmıha gerilen’ değil, kulluğunun idrakinde kader karşısında mütevazı olan insandır.

Bu vahiy perspektifine göre, Müslüman olmak üstünlük/seçilmişlik değildir. Mümin olmak ‘ÜSTÜNLÜK’tür. (Ali İmran 139)  Burada ‘üstünlük’ten maksat da ‘öteki’ne karşı değil, önce nefse ve nefsaniyete karşı olandır. Tarihin Sonu, bu anlayışa sahip ‘son müslüman’ tarafından yazılmalıdır.

`Tarihin Sonu` tartışması, sadece tarih felsefesi ya da dinler tarihi açısından değil, bir ‘medeniyetler tarihi ve felsefesi’ tartışması olarak ortaya atılmış, insanlığın kaderine dair bir konu olarak varlığını politik ve akademik söylemlerde devam ettiriyor.  Bir Amerikalı Japon olarak Harvard doktoralı, 1981-1982 yıllarındaki Mısır-İsrail Görüşmelerine ABD heyeti üyesi olarak katılmış ve Clinton yönetimine danışmanlık yapmış Francis Fukuyama ile ilişkilendirilir. 1992’de kitap olarak yayınlanmış olsa da 1989’da Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra önce makale olarak yazılmış ve bir zafer paradigması olarak algılanmıştı.

Fukayama’nın "Tarih'in Sonu ve Son İnsan" tartışması, üzerinden 30 sene geçmiş ama hala sosyal bilimlerde önemini kaybetmemiş bir BATILI İDDİA/diskur olarak karşımızda duruyor. 

‘Son İnsan’ ifadesi en nihayetinde Gerçek İnsan, Model İnsan, Örnek İnsan gibi anlamlara geliyor. Yani çok özetle ‘Son İnsan’, Hegel’den alarak tartışan Fukuyama’ya göre, bu tartışmada Batılı post-kapitalist liberal modern insandır. 

Soru şu, bu ‘son insan’ Batı’nıın kuruguladığı değil de, vahyin ontolojik epistemolojisyle inşa edilmiş olan Müslüman olabilir mi?

Pratikte de, Batı’nın kendisini ‘insan’ olarak ‘en üst /son insan’ olarak gördüğüne şahit oluyoruz. Örnek mi? Gazze. Gazze bana göre Fukuyama’nın kitabında işaret edilenin canlı örneği. Son insan, Batılı. Değerli olan o. Ötekiler o seviyede değil, onlar toplu halde ölebilirler. Hele de müslüman kimlikli insanlar bile kendi kardeşlerinin toplu halde ölmesine bu kadar kolayca göz yumunca, Batı denen kimlik, hayli hayli “ölsünler, zaten o kitleler tarihin dışındalar” diye bakıyor.

Fukuyama, kendi iddiasıyla yirminci yüzyılın sonunda "ekonomik ve siyasi liberalizmin diğer tüm -ümmet ve- medeniyet teorilerine –mega ve meta narativlere (ümmet inancı, islam globalizmi vs gibi)- karşı göz kamaştırıcı bir zafer kazandığı iddiasını ileri sürüyordu”. 

Onun temel argümanı, dünyanın tamamının liberal demokratik bir kapitalist sistem doğrultusunda ilerlediği ve bunun insan evriminin tümünün nihai sosyopolitik paradigması olmaya yazgılı / mecbur olduğuydu. Yani Batı’nın, ‘gelinen son aşama’ olduğuydu. Bu aşamanın peşine takılanlar kurtulacak, diğerleri yok olacaktı.

Bu nasıl bir iddia sizce? Buna bakalım. 

Modern Batı tarih felsefesinde "Tarihin Sonu" kavramı, öncelikle meşhur Alman filozof Hegel'e atfedilir. Ancak, bu kavramın geniş kitlelerce popüler hale gelmesinde önemli bir rol oynayan kişi, Hegel'in önde gelen yorumcularından ve Rus kökenli felsefeci Alexandre Kojéve olarak bilinir. Kojéve, 1926'da Paris'e yerleşmiş ve Hegel'in felsefesini geniş kitlelere aktaran önemli bir isim olmuştur. Özellikle 1946'da yayımlanan "Hegel Felsefesi'ne Giriş" adlı kitabıyla bu konuda etkili olmuştur. Kitabın Türkçe’ye çevirisi 2000 yılında yapılmış.

Kojéve'nin fikri yolculuğu oldukça ilginçtir. Genç yaşlardan itibaren “tarihin trajik sonu” üzerine düşünceler geliştirmiş, daha sonra Doğu felsefelerine ilgi duymaya başlamıştır. Sovyet Devrimi'nden sonra Almanya'ya yerleşen Kojéve, Heidelberg Üniversitesi'nde eğitim alırken, Goethe ve Dostoyevski gibi düşünürlerin etkisi altında kalmış, tezini  Vladimir Solovyov üzerine yazmış, "Tarihin Sonu" konusuna daha da yoğunlaşmıştır. Kojéve'nin ilginç bir yanı da Rus kökenine rağmen Fransa'da bulunduğu dönemde Latin Katolik  geleneğin Avrupa Birliği için önemini savunmasıdır. Bu durum, onun tarih ve dünya düzeni hakkındaki düşüncelerini şekillendiren önemli bir faktördür. Batı'nın kurucu metinlerinde ortaya çıkan ‘düzen savunusu’na dair eleştiriler de Kojéve'nin felsefi bakış açısını anlamamızı sağlar.

Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" ve "Son İnsan" tartışmasını ele aldığı eserlerinde, Kojéve'nin Hegel yorumlarından etkilendiği görülür. Bu, özellikle megalotimia ve isotimia gibi “tanınma arzusu, kabul edilme arzusu” anlamında Grekçe kavramlar ekseninde yaptığı yorumlarında belirgindir. Kojéve'nin düşünceleri, Avrupa Birliği'nin oluşmasında da etkili olmuş, düşünce zincirinde süreklilik gözlemlenmiştir. Sanskritçe, Çince, Tibetçe, Latince ve Antik Yunancayı çalışmalarında kullanabiliyor, aynı zamanda Fransızca, Almanca, Rusça ve İngilizceyi akıcı bir biçimde tarih felsefesi dili seviyesinde konuşabiliyordu bu Kojéve, ve kendisi Tarihin Sonu derken aklında Ekümenik (Ortodoks, Katolik hatta Protestan) birlik ve Avrupa Birliği düşüncesi de vardı. Kojeve doktoradan sonra Paris’te Ecole des Hautes Etudes (Ulum-u Aliyye Mektebi’nde) ders verirken, R. Aron, J. Lacan, A. Adler, R. Kaufmann, gibi önemli düşünür ve yazarlar bu dersleri izlemiş ve L.-Strauss, J.P. Sartre, S. de Beauvoir, F. Fukuyama’nın da onun tezlerinden esinlendiği kabul görmüştür. Bir devamlılık var yani.  Fransa’da Ekonomi Bakanı Danışmanı da olmuş 1968’de Brüksel’de Avrupa Birliği’nin insanlık tarihinde ‘Son Aşama’ olduğunu savunurken 43 yaşında ölmüş.

Nihayetinde, bir “küresel nizam/düzen” savunusu söz konusu. Yani, Drucker’ın dediği gibi,  “‘Batı karşıtı’ olabilirsiniz ama ‘Batı-dışı’ olamazsınız, ‘olursanız tarihin dışında kalırsınız’ iddiası. 

Bu Kojeve, Hegel'in tarihe bakış açısını, onun Tarih Felsefesi anlayışı üzerinden yorumlar. Tarih Felsefesi, Hegel'e göre, 'Ruh felsefesi'nin bir türevidir. Hegel'e göre, "Dünya Tarihi, özgürlük bilincinin gelişiminden başka bir şey değildir." Bu görüşlerini açıkladığı "Tarih Felsefesi Dersleri" adlı kitabında, Asyalıların ‘ruhsuz olduğu’nu ve bu nedenle temelde ‘özgür olmadıkları’nı belirtir.

Hegel’e göre felsefenin tarihe getirdiği en önemli kavram “akıl” kavramıdır, buna göre “akıl” dünyaya egemendir. Bu da Batı tarafından temsil edilir. Der ki, “Asyalılar bir şeyler yapmıştır ama “onları alıp geliştiren biz Aryan temelli özellikle Hristiyan Avrupalılarız”. Dünya tarihini ve coğrafyaları “hristiyan olan” ve “hristiyan olmayan” diye ikiye ayırır. Avrupalı olmayanları özellikle Asyalıları “un-christian” (“Hristiyan olmayan”) olarak niteler, yine Tarih Felsefesi Derslerinde.

Image

Kategorik olarak felsefi-kavramsal tartışmayı bir kenara ehline bırakarak, Teopolitika ile ilgilenen bir Dinler Tarihçisi olarak, dinlerin DÜNYANIN SONUna dair iddiaları bağlamında, Hegel Felsefesine Giriş adlı kitabın Rus-Fransız Kojeve üzerinden yorumuna bakarsak şunları görüyoruz. 

Tarihin Sonunu konuşmak insan özelinde Yaşam-Ölüm ilişkisini konuşmaktır bir bakıma.  Bugün tüm dünya ÖLÜMÜ konuşmuyor muyuz tüm grafik vahşeti içinde. Kojeve de der ki, öncelikle insanın varlığı en iyi kavradığı yer, ölümü idrak ettiği yerdir. Ölüm bilinci, yaşamanın varolmanın en önemli seviyesidir. ‘Mesele şudur’, der, ‘insan, ölmek zorunda olduğunu bilen bir varlıktır. Yani İnsan, ölümünün bilincindedir.’

Tarihin sonu tartışmasıyla sınırlı olmaksızın bu konu, Hegel’de ve Kojeve’de devam ediyor. Varlık-hiçlik ölüm-ötesinin varolup olmayışı üzerine. İnsan bir yandan, "bilincini kaybetmeden" ölebilir ve üzerinde düşündüğü ve hesapladığı bir tehlike içinde ya da ölümcül sonucun hemen gerçekleşeceğini göz önüne alarak, ölümün karşısına, iradî olarak çıkabilir. Şehitlik bilinci budur. Kuran’ın “şehitler ölmez” analitiğini okusaydı Hegel, bu kadar yorulmazdı.  İnsan, her zaman, şu ya da bu şekilde ERKEN ölür. Hep bir şeyleri yapamadan ölür insan. Burada tek bir şey kalıyor geriye. Tarih. Yani ‘historia’. Historia yani storia. Geleceğin kıssası, hikayesi. O halde ‘insanlığın hikayesi’ni kim yazacak? Tarihi kim yazacak ve yapacak? Son insan kim?  Hristiyanlar mı, Yahudiler mi, Müslümanlar mı, Budistler mi, Hümanistler mi, kim? Son İnsan kim yani? Son Müslüman mı? Kendilerini ölümlü olarak bilen insanlar, çocuklarını, büyüklerinin hatıraları uyarınca eylemde bulunarak onların eserlerini tamamlayabilecekleri şekilde eğitirler. Yani nesillerini tarihe devrederler. O halde diyebiliriz ki, nesil yetiştirmek o nedenle en sağlam bir ‘tarih yazımı’dır.

Tarih bir geleceğe yansıtma faaliyetidir. Yani bu yansıtmayı düşünen insan için hiçbir zaman bir ‘şimdi’ olmayacak olan “geleceğe yansıtma”dır ve bir insanda, kendisinin olmayan bir geçmişin devam etmesidir. 

Hegel, işte böylesi bir tarih inşası anlayışında, hem dünyaya hem ahirete yani ebedi kurtuluşa inanan insanı, mutluluğu bu dünyada değil de ebediyette aradığı için ‘tatmin’e hiçbir zaman ulaşamadığı için ve her zaman kendisiyle çelişki içinde yaşadığı için bu dünyada Mutsuz Bilinç (Unglückliches Bewusstsein) olarak niteler. Çocukluğunda iyi bir Lutheran Protestan Hristiyan terbiye aldığı bilinen Hegel (d.1770-öl.1831, Tübingen Üniversitesinde teoloji eğitimi) İlahiyatçı olmak üzere eğitim görmüştür. Bu eğitimi aldığında da bu ‘ölüm ve ölüm-ötesi’ne dolayısıyla ‘tarihin sonu’na takıldığı için ayrılmıştı teoloji ve papazlık eğitiminden. Hegel kendi yaşadığı tecrübeden de yola çıkarak ahirete inanan insanı “Bölünmüş kimlik/kişilik”(Entzweiun) olarak niteler. Dünya Ahiretin tarlasıdır inancı ona bir şey söylemez. Zaten Kojeve, Hegel için ‘insanı tanrı yerine koyar’ der. Bu Hegel, Fransız devrimine de ilgi duymuş ve bu hareketin ortaya koyduğu fikirlere büyük bir saygı göstermiştir. Bazı kaynaklarda Mevlana’ya dair Almancaya yapılan çeviriler üzerinden Mevlana düşüncesine ilgi duyduğu da rivayet edilmiştir. 

Hegel kutsal kitaplardaki Hristiyanlık ile içinde bulunduğu çağlardaki Hristiyanlık arasındaki farkı ortaya koyabilmek için Yeni Ahid’i dikkatli bir şekilde incelemiş Hristiyanlık’a giren ‘fetiş dini’ne ait kavramları ayıklamış, bu dönemlerde herkese, açıktan açığa kilisenin temsil ettiği din biçimine itiraz ettiğini ilan etmiştir. 

Hegel, Hristiyanlık için ‘the Consummate Religion` (-die vollendete Religion-) ve `Absolute Religion` hatta `Revelatory` (oder ofenbarre) yani `Mutlak Yegane Vahiy`  ifadesini kullanır. 

Yani Hegel`e göre, Dinler Tarihi de Hristiyanlık’ta özelllikle Protestan Lutheranizm’de sona ermiştir. Hegel’e göre ‘Tarihin Sonu’dur Batı Hristiyanlığı.

Fukayama`niın Hegel’den devşirerek yeniden tartıştığı Tarihin Sonu düşüncesinden önce arada 1960’larda bir de Daniel Bell var, İdeolojinin Sonu / The End of Ideology adlı eseriyle. “Sanayi–ötesi toplum” kavramını ortaya atar. Bell, sosyo-ekonomik incelemelerine dayanarak, sanayi-ötesi toplum kavramını daha ileri taşır ve bu dönemi, yani İkinci Dünya Savaşı sonrasını, ideolojinin sonu veya başka bir ifadeyle sınıfın sonu ile özdeşleştirir. 1973 yılında yayımlanan ‘The Coming of Post–Industrial Society’ (Sanayi– Ötesi Toplumunun Gelişi) adlı kitabında tartışır bunu. Fukuyama'ya göre, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte farklı ideoloji alternatifleri, liberal demokrasi karşısında yenilgiye uğramıştır. Bu durum, liberal demokrasinin "insanlığın evriminin son noktası" ve aynı zamanda "nihai insani hükümet biçiminin son şekli" olduğunu öne sürer. Dolayısıyla Fukuyama'ya göre, liberal demokrasi "tarihin sonu"nu temsil eder.

Ancak, 90’ların sonunda Batı’da bu da sorgulanır olmuş ve liberal kapitalizm ve komünizmden ayrı olarak bir Üçüncü Yol arayışı başlamıştır. Mesela, Anthony Giddens’ın “Üçüncü Yol/Third Way” (1998) adlı meşhur eseri bunun örneğidir.

Sonuç: Üçüncü yol tartışmaları bugün Batı’da önemli bir yer tutmaktadır. İslam’ın dünyaya söyleyecek sözü varsa, ki var, işte bu bağlamları iyi okumayı gerektirir. Fukuyama Batı insanına SON İNSAN der. Bize göre nasıl olmalıdır?

Fukuyama, Hegel'in "kabul görme" kavramından esinlenerek Eski Yunan dilinden aldığı 'megalotimia', 'isotimia' ve 'timos' terimleriyle "son insan"ın psikolojik durumunu açıklar. Hegel'in "Bir birey ancak başka insanlar tarafından kabul edildiğinde kendisinin bilincine varabilir." ifadesi, Fukuyama'nın da temel yaklaşımını oluşturur. (Fukuyama, 1992:146) Yani ‘kendinizi Batı’ya kabul ettiridiğinizde kendi bilincinize varacaksınız’ demek ister. Fukuyama’ya göre liberal demokrasi, bu iki ucu bir araya getirip sentezlediği için insanlık tarihinin gerçek motoru olan “kabul görme” isotimia arzusu liberal demokraside kendini bulmuştur.

‘Megalotimia’dan (Batılının hali... yani ‘üstün olduğunun kabul edilmesi arzusu’) ya da isotimia ‘beni de kabul edin aranıza” arzusunun eşitlenmesinden sonraki veyahut da liberal demokrasinin bütün toplumlara girmesinden sonraki durum ne olacaktır?

Tarihin Sonu tezi, İslam dünyasını – Batı’ya kendini tam olarak kabul ettiremediği için- yani megalotimi yönünde itaat etmediği için tarihte etkin bir faktör olarak görmemektedir. Bizi hala tarihin objeleri, yahut tarihi güçler tarafından manipüle edilebilecek objeler olarak düşünmektedirler.  Bugün geriye baktığımızda yerel/ulusal/bölgeler gayeler peşinde koşsa da neticede tüm tarihi dönüştürmeyi hedefleyen, Batı’yı da tanzim etmeye talip bir Müslüman hareket var mıdır?  Bir kere daha dümenin idaresini ele alabilir mi Müslümanlar? 

İnsanlık için hayatı yaşanmaya değer kılacak tek, Anthony Giddens’ın kitabının adını kullanarak söylersek, “Üçüncü Yol/Third Way” İslam olmalı değil midir? Aslında Tarihin Sonu, Fukuyama’nın apokaliptik Batı tarihi değil de, İslam olmalı değil midir?

İslam’ın ‘Tarihin Sonu’ ve Müslümanın da ‘Son İnsan’ olabilmesi için,

  • Müslümanların kendi İslam algı ve imanlarını Son Vahyin ve Son Elçi’nin ‘Evrensel Mesajı’na yeniden çevirmeleri, 
  • Getto ve azınlık müslümanlığından çıkmaları, 
  • ‘Vicdanı doğrultma’yı yeniden birinci mesele yapmaları, 
  • ‘Ümmeten Vasatan’ (denge toplumu) olmanın ilim ve kültürünü ihya etmeleri, 
  • İnsan hakları ve ahlakta başka medeniyet ve kültürlerin kendilerine ahkâm kesemeyecekleri seviyede öncü hale gelmeleri, 
  • Fıkıhçılığı yüceltirken ahlakı feda etmemeleri,
  • Batı’yı düşman değil “potansiyel mühtedi” olarak görmeleri, 
  • İmanın duygusal hamakat değil, hikmet, akıl, irfan, basiret ve feraset meselesi olduğunu, 
  • Allah’ın, Hadid suresinde beyan edildiği üzere, ‘mütevessim’ olanları yani zekâvet, basiret ve feraset sahiplerini sevdiğini, 
  • Tarihi, ehliyet ve liyakat sahiplerine emanet etmek gerektiğini, liyakatın bir ‘KIST’ (tüksitu ileyhim) yani ‘fırsat eşitliği, adalet ve herkese hakkını vermek’ demek olduğunu,
  • “Telif-i kulub ve ‘ukul”ün yani kalpleri ve akılları bir merkezde telif etmenin, küresel vizyonla planlanmadıkça yerelde de netice vermeyeceğini , en az bir kaç yabancı dil bilmeden kendi dilinde bile artık ilim yapılamayacak bir çağa çoktan  girildiğini, 
  • mahallede bile hakikata açık kulak ve kalp bulmak için dünyaya söz söyleyebilecek müktesebatta olmak gerektiğini, 
  • sadece askeri güçle medeniyet kurulamayacağını, medeniyetin, iyilik adalet ve hukuk temsili üzerine inşa edileceğini , 

hatırlamak ve bunları gelecek kuşaklara emanet edecek bir toplumsal model kurmak gerekecektir.

Ancak ondan sonra "Va mekaruu ve mekarallah, Vallahu hayru’l-makiriyn" Âli-Imran : 54] yani “Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların (tuzaklarını bozacak olan) en hayırlısıdır“ denilebilir. Bu bakış açısı dışında, Tarihin Sonunu başkaları yazar ve yapar. 

Tarihin kim tarafından yazılacağı veya temsil edileceği, özellikle Müslüman kimliği açısından önemli bir tartışma konusudur. Son İnsanın yani Örnek insan modelinin Müslüman mı olacağı sorusu, tarih ve felsefe bağlamında derinlemesine düşünülmesi gereken bir konudur.

Ümidimiz vardır... ‘Tarihin Sonu’nu ‘Son Müslüman’ yazmalıdır !

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
11 kez görüntülendi. 787 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.